Kurban Bayramı ve kafama takılan soru

ÖNCE herkesin bayramını kutluyorum, hayırlı olsun, iyiliklere vesile olsun.

Aslına bakarsanız çok eğlenceli bir toplum haline dönüştük. Akla gelebilecek her konu, bizleri iki cepheye ayırmaya yetebiliyor. Bayram gibi “birleştirici” olduğu söylenen durumlar bile bizi ayırabiliyor.
Bu bayramda da “Beyaz Türklerin” çokça suçlandıklarına tanık olduk. Bayramın anlamını düşünmek yerine, kafayı kurbanlıklara yapılan eziyete taktıkları için!
Bu normal artık! Yakında, günde iki kez “Beyaz Türk” dövmeyenin, cennette yerinin olmadığını yazan da çıkar, buna alışalım.
Bu bayramda benim de kafama bazı sorular takıldı. Ulemaya sorarsam yanıt alabilirim umuduyla soruyorum, altında başka niyet aramayın lütfen:
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bundan önceki Kurban Bayramı’nda çocuklara kurban kesiminin izlettirilmemesi gerektiğini belirtmiş ve çocukların bu olay nedeniyle ruh sağlıklarının olumsuz etkilenebileceğini söylemişti.
O zaman bunu okuyunca kendi kendime şöyle söylenmiştim: “Tövbe tövbe, bir ibadetin yerine getirilmesi neden çocuklar için sakıncalı olsun?”
Benzer bir uyarı bu yıl da Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan geldi, demek ki ciddiye almak gerek: “Kurban ibadeti yerine getirilirken bıçak, kesme işlemi ve kan görme gibi olumsuzluklar bazı çocuklarda psikolojik rahatsızlıklara neden olduğundan, kurban kesilen yerlerde 12 yaşından küçük çocukların bulunmamasına özen gösterilmesi gerekmektedir!”
“Ulema” da böyle söyleyince kafam iyice karıştı. Biz çocukken hiç böyle bir durum yoktu oysa.
Bayramdan en az bir ay önce alınan kurbanlık evin bahçesinde beslenir, sonra da kasap marifetiyle evin bahçesinde kesilirdi. Kimse de biz çocuklara “Gidin evde bekleyin” demezdi.
Etrafıma bakıyorum, böyle bir “travma” nedeniyle akıl sağlığını yitirmiş kimseyi tanımadığımı da görüyorum. Yani en azından benim tanıdığım “Beyaz Türkler”de bir sorun yok.
“İktidar şımarığı Türkleri” ise pek tanımıyorum. Acaba çocukluklarında kurban kesilmesine tanık olup travma geçirenler onlar mı? Bugünkü hoşgörüsüz ve mağrur tavırları bu travmadan mı kaynaklanıyor?

Kiliseye karşı çıkınca ‘taş’ oldu!

? KUTSAL Roma Germen İmparatoru (ortaçağın AB’si de diyebiliriz) Şarlman’ın, hayatı destanlara konu olmuş yeğeni Roland ile Bremen’de tanıştım.
Kendisi şu anda “taş”. Ama çok daha önceleri bizler gibi etten kemikten yapılmıştı, bir hain mızrağı ile ölene kadar da öyleydi.
Bremen’de, tarihi kent meydanında, arkası ticaret odasına dönük, soluna kent meclisini almış, ayakta duruyor. Bir elinde kılıcı var, çift başlı Germen kartalı işlenmiş kalkanı boynuna asılı, öbür eliyle kemerinin tokasını kavramış. Kalkanının üzerinde “Size özgürlüğü gösteriyorum” yazılı.
Gözlerini dosdoğru meydanın sonundaki katedrale dikmiş. Aziz Peter Katedrali bu.
Roland’ın elinde kılıcı ile katedrali tarassut ediyor olması sebepsiz değil. Dünyanın ilk serbest ticaret kentlerinden birinde, özgürlüğün teminatı, kilisenin ruhani otoritesinin kırılması ile ilgili.
Roland, bu yüzden elinde kılıcıyla kiliseye bakar vaziyette. “Özgürlüklere uzanan eli bununla keserim” demek istiyor.
Haliyle bu durum kilise ile arasında sorun da çıkarmış. Meydandaki ağaçtan yapılma ilk Roland heykeli, Başpiskopos’un emriyle 1366 yılında yakılmış. Sonra yerine konanlar da öyle. Sonunda 1404’te şehir meclisi heykeli taştan yaptırmayı akıl etmiş de yangın faslı sona ermiş. Roland da o tarihten beri orada dikilip duruyor, Dünya Kültür Mirası kabul ediliyor. O ayakta durduğu sürece Bremen’in özgür bir kent olarak varlığını sürdüreceğine inanılıyor.
Roland’ı, Atlas Dergisi’nin aralık sayısı için yazacağım “Grimm Kardeşler Masal Yolu” gezisinin son durağı olan Bremen’de tanıdım.
Özgürlüklerin geleceği ile dini otoritenin sınırlandırılması arasındaki ilişkiyi bu kadar sade ve açık bir şekilde anlattığı için kendisine teşekkür ettim. Arkasından hemen kent meclisinin bodrumundaki Almanya’nın en eski şarap mahzeni Ratskeller’de ruhuna bir kadeh kaldırdım!

Anna Nebretko ya da ‘tombullar da güzeldir’

GEÇTİĞİMİZ Cumhuriyet Bayramı’nda New York’taydım ve “bayram kutlaması için” Metropolitan Opera’da Donizetti’nin komik operası Don Pasquale’yi izledim.
Böylece “Beyaz Türk” kavramına bir açılım daha getirmiş olalım. Gerçi ben pek “beyaz” sayılmam “kızıl” daha çok uyardı, ama olsun. Şimdi moda bu!
James Levine’in orkestrayı yönettiği bu gösteriyi tercih etmemin sebebi, itiraf edeyim ki sesine ve tarzına bayıldığım soprano Anna Nebretko’dan başka bir şey de değildi. (Kendisi Başak burcu, 1971 doğumlu.)
Anna Yuriyevna Nebretko “Audrey Hepburn’un sesi olanı” olarak da tanınıyor ki bu da neden bu temsili seçtiğimin bir başka ipucu!
Oyun sırasında, hiçbir tınıyı kaçırmamak için kulaklarımı açmış bir durumdayken, kendimi büyülenmiş gibi Anna Nebretko’yu seyrederken yakaladım.
Tanıdığım bütün kadınlar, zayıflamak ya da zayıf kalmak için olmadık çarelere başvurur, tuhaf testlerle neyi yemeyip, neyi içmeyeceğine karar vermeye çalışıp hayatlarını zehir ederlerken “balıketinde” bir kadının da çok güzel olabileceğini düşündüm. Balık dediysem, “zargana”dan söz etmiyorum, “orfoz”dan da tabii! Olgun bir “lüfer” diyelim.
Herkes ve en başta kadınlar biliyor ki sevdiği kadının kaç kilo çektiği, bir erkeği o kadar çok ilgilendiren bir durum değil.
Kadınlar, daha çok kendilerine medyanın dayattığı güzellik standartlarını birbirlerine karşı yakalamak için bunca çaba içindeler.
Gazetelerde, dergilerde Giselle Bündchen, Heidi Klum fotoğrafları yerine daha çok Anna Nebretko ve Monica Belluci gibi kadınların fotoğrafları yayınlansa, durum değişir miydi acaba?
Yazarın Tüm Yazıları