CIA’nın eski başkanı, “çuvalcı general” Petraeus’un istemeden de olsa kulak misafiri olduğumuz ihanet öyküsü, kuşkusuz ki şu anda dünyanın her köşesindeki tuzu kuru erkeklerin en önemli geyik muhabbeti konusu.
Paula Broadwell’in fotoğrafına bakıp bakıp iç çekenlerin sayısının, bu ihanet nedeniyle Petraeus’u eleştirenlerin sayısından daha fazla olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim. Bir yanda “Yaşım ilerledi, hayatım elimden akıp gidiyor” diye her türlü kontrolünü kaybetmiş bir erkek, diğer yanda 40 yaşında, bakımlı ve güzel bir kadın! Bu ikisinin bir arada olması genellikle patlamalara yol açıyor, ateş ile barut misali! Generalin eşinin ne hissettiğini, kendisini hiç istemeyeceği bir fotoğrafın içinde bulmasının ruhunda yaratabileceği fırtınaları bilmiyoruz tabii. Biz dışarıdan bakanlar için bunlar gereksiz detaylar, insan ruhunun karanlık yönü bu tür konularla hiç ilgilenmez çünkü. Akşam işler bittikten sonra eve gitmeden önce birer tek içki içip, günlük işleri değerlendirdiğimiz Fratelli’nin barında bir arkadaşımız, Petraeus’un yaşına gelen her erkeğin böyle bir ilişki yaşamak isteyeceğini iddia etti. Bu fikre katılmadığımı tahmin edebilirsiniz. Bu konuyla ilgili eski yazılarımı okumuş okuyucular, “Bir erkeği başka kadınların cinsel çekimlerinden koruyacak tek şeyin, bir kadına aşk ile bağlı olmak olduğunu” sıkça yazdığımı hatırlayacaktır. Anlattıklarımın iş arkadaşlarımın bazılarında müstehzi bir tebessüm yarattığını fark etmedim değil tabii ama ben buna inanırım. Bir erkek, eğer bir kadına gerçekten âşık ise, çevredeki diğer kadınları fark etmez bile. Onlardan gelecek gizli–açık davetleri anlayamaz. Çünkü bütün benliğiyle aklı o çok özel bir tek kadına kanalize olmuştur, ilgisi sadece ona yöneliktir. Dün HaberTürk’te okuduğum bir haber Bonn Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmayla ilgiliydi. Alman araştırmacı Dr. Rene Hurlemann iki grup erkek üzerinde bir araştırma yapmış. Bir sprey ile oksitosin hormonu verilen erkeklerin, çevrelerindeki kadınlara ilgi duymadıklarını tespit etmiş. Denek olarak kullanılan erkekler önce ikiye ayrılmış. Yarısına oksitosin verilmiş, diğer yarısına verilmemiş. Hormonun verilmesinden 45 dakika sonra erkeklerin yanına daha önce “çekici” buldukları kadınlar gönderilmiş. Sonuç: Oksitosin hormonu alan erkekler, hormonu almayan erkeklere oranlara kadınlardan 10–15 santim daha uzakta durmuşlar, yılışıklık yapmamışlar, kadınlar ile ilgilenmemişler. Bu noktada size hormonlar ile ilgili kısa bir bilgi vermeliyim: Bilimsel araştırmalar aşkı etkileyen dört ayrı hormon tanımlıyor. (1) Dopamin: Bir başka insanı çekici bulmamızı sağlayan ve bizi aşktan deliye döndüren bir hormon. (2) Serotonin: Tatmin duygusunu açığa çıkaran mutluluk hormonu. (3) Testosteron: Karşımızdaki insanı üreme içgüdüsüyle arzulamamızı sağlayan bir hormon. (4) Oksitosin: Çiftlerin birbirlerine sevgiyle bağlanmalarını sağlayan bir hormon. Kuzey Carolina Üniversitesi’nden profesör Kathleen Light, deney hayvanları üzerinde yaptığı bir çalışmada damarlarına “oksitosin” zerk edilen kobayların, birbirlerinden hiç ayrılmadıklarını tespit etmişti. Oksitosin vermeyi kestiğinde de bir süre önce burun buruna koklaşan kobaylar, dönüp birbirlerine bakmıyorlarmış bile. Bonn Üniversitesi’ndeki araştırma, bunun insanlar üzerinde de benzer bir sonuç yarattığını ortaya koyuyor. Bu durumda mesele basitleşmiş gibi. Oksitosin alırsanız, ihanet gibi sorunlara neden olamıyorsunuz. Üzülerek söylemeliyim ki öyle domates, biber, brokoli, cibez, şevketibostan gibi yiyecekler yiyerek “oksitosin” seviyenizi artırmanız mümkün değil. Hipofiz beziniz, sizin ne yiyip içtiğinizle pek ilgilenmiyor çünkü. New Jersey’deki Rutgers Üniversitesi profesörlerinden Helen Fisher, “oksitosin” salgılanmasının ancak “yakın temas” ile mümkün olabileceğini söylüyor. Birbirleriyle sürekli “muck muck” yaşayan, durduk yerde birbirine sarılan, birbirine masaj yapan, okşayan, mutfaktayken bile birbirinin kalçasını mıncıklayan çiftlerde oksitosin düzeyinin yükseldiği tespit edilmiş. Şu ya da bu nedenle yataklarını ayıran çiftlerde de bu hormonun salgılanması tedricen azalıyor! Yukarıda söylemeye çalıştığım şeyin bilimsel açıklaması bu. Demek ki Amerikan ordusu, bütçesinin küçük bir bölümünü oksitosin üretmeye ayırsaydı ve bunu havalandırma sisteminden karargâhlara vermeyi akıl edebilmiş olsaydı, bugün Obama da CIA’nın başına yeni birisini aramak zorunda kalmayacaktı! Neyse, bu onun sorunu, beni ilgilendirmez! Eğer bir kadına ya da bir erkeğe âşıksanız, başkalarının cinsel çekiciliklerini göremezsiniz, farkına bile varamazsınız. Bir gerçek aşk ilişkisinde “ihanet” sorunu bu kimyasal nedenlerle mümkün değil. Öte yandan yaygın inanış, aşkın ömrünün fazla uzun olmadığı. Ömür biçenler bile var, “Üç yıldır, hayır dört aydır, bir şey bilmiyorsunuz asıl 18 aydır” gibi! Oksitosin bütün bunları idare edebiliyorsa, aşk neden böyle “kısa ömürlü” bir şey? Ben insan davranışlarına hâkim olan böyle kesin kuralların varlığına inanmam. Yaratılışımızdan kaynaklanan, yukarıdaki hormon öykülerinde ifadesini bulan konulara itirazım elbette yok. Ama ben yine de her insanın “tekil” olduğuna, her aşk öyküsünün kendi içinde tutarlılığı olan bir bütün olduğuna ve birbirlerine o kadar da benzemeyeceğine inanırım. Tamam, “oksitosin” bizi başka kadınlardan ya da erkeklerden koruyor olabilir ama bana oksitosin salgılatacak kadının “o kadın” olduğunu nereden biliyorum da ona âşık oluyorum, başkasına bakmıyorum? Neden binlerce kadın içinde o tek bir kadına ilgimiz kayıyor da başkasına kaymıyor? Neden başkasının son derece sıradan bulabileceği bir kadını, dünyanın en güzel kadını zannediyorum? O kadar kitap okudum, verebilecek bir yanıtım yok! Ama bunun da şahane bir şey olduğuna eminim sizler de katılıyorsunuzdur. Bir tek kadına deli gibi âşık olmak, ondan başka hiç kimseye bakmamak, sadece iki kişilik bir evrenin içinde kaybolup gitmek! Bir insanın başına daha iyi ne gelebilir?