Paylaş
Evlilik ve aile terapisti sayısı ise 500 civarında imiş. O yıllarda ülke çapında insanlara yardım etmeye çalışan sosyal görevli sayısının ise 30 bin olduğunu belirteyim.
Tabii hiçbir şey durduğu yerde durmuyor. Amerika’nın da o günden bu yana nüfusu arttı, ekonomisi büyüdü, dışardan hatırı sayılır göç aldı. Ama hiçbir konudaki büyüme bununla kıyaslanabilir gibi değil.
Önce rakamlara bakalım: 2010 yılı itibariyle Amerika’da faaliyet gösteren klinik psikolog sayısı 77 bin! Onlara 192 bin klinik sosyal görevliyi ekleyelim. Klinik dışı sosyal görevli sayısı 400 bine ulaşmış durumda. Aile ve evlilik danışmanlarının sayısı 50 bin. 105 bin mental danışman, 220 bin bağımlılık danışmanı, 17 bin yardımcı psikoterapist ve 30 bin yaşam koçu da faal durumda.
Sayıların böyle büyümesine bakarak “Deli bu Amerikalılar” demek mümkün tabii. Ama korkarım mesele “delilikten” daha derin.
Sayıların böyle artmasının bir nedeni, yalnız yaşayan ve yalnızlık çeken bireylerin sayısındaki anormal artış ise diğer nedeni bu işin artık önemli bir gelir kapısı olması.
Dün sözünü ettiğim gibi 2004 verilerine göre Amerikalıların yüzde 25’inin “önemli bir konuyu konuşabileceği” kimsesi yok. Barda oturup, havadan sudan konuşmaktan söz etmiyorum. Aşk, iş, evlilik, para vs gibi durumları oturup ciddi ciddi konuşabilecekleri kimseleri yok bu insanların.
Bu durumla baş etmenin yolu ise herkesin kendisine bir “danışman” bulması. Adı “danışman” ama danışmanların çoğunda olduğu gibi bir şey danışmak da gerekmiyor. Onlar aslında bir “dinleyici”, önemli bir eksikliği tamamlıyorlar.
Sayılarının böyle geometrik bir hızla artmasının nedenlerinden biri bu!
Diğer neden ise Amerikan ilaç sanayinin ve onlarla açgözlü bir işbirliği içinde olan “bilimin” marifeti!
Amerika’da “tanımlanmış ruh hastalıklarını” belirleyen komite Amerikan Psikiyatri Derneği, her sene “ruh ve sinir hastalıklarının” sayısını artırıyor!
Hastalık sayısı artınca hasta sayısı artıyor, artan hastaya daha çok danışman, hekim vs gerekiyor, daha çok ilaç satılıyor, zincirleme bir yeniden üretim süreci almış başını gidiyor. Şu anda “tanımlanmış” 400’e yakın ruh ve sinir hastalığı sayılıyor, sayı her sene artıyor ve korkarım ki yakında hepimiz sırf bu nedenle “delirmiş” olacağız, “normal” olmaya çalışmak için de çok para ödememiz gerekecek.
Çocuktan daha çok köpek var!
KIZIMIN evinden sabah erken çıkıp, çevredeki parklara yürüyüşe gidiyorum. Sabahın o kör saatinde insanlar köpeklerini “havalandırmaya” çıkarmış oluyorlar. Akla gelebilecek her cinste köpek ve çoğu bizim sıradan bir apartman dairesinin sıradan bir oturma odasından daha büyük olmayan evlerde yaşayan insanlar! Bunu nasıl başarabiliyorlar, en azından benim kavrayabilmem çok zor.
New York Times’ta okuduğum bir haber San Francisco kentindeki durumu anlatıyor: San Francisco 805 bin nüfuslu bir kent. Bu 805 bin nüfusun 108 bini “çocuk” diye tanımlanabilecek yaşta. Şimdi sıkı durun lütfen: San Francisco hane halkının evlerinde beslediği köpek sayısı 180 bin!
Evlerde bakılan köpek sayısının, evlerde bakılan çocuk sayısını geçtiği tek kent sanırım San Francisco.
Bu kent adını Fransisken mezhebinin kurucusu Assisili Aziz Francis’den alıyor. Size bu sevimli ortaçağ kasabasından (Assisi) daha önceki bir gezi yazımda söz etmiştim, belki hatırlarsınız. Aziz Francis, (yani San Francisco) hayvanlarla iletişim kurabilme yeteneğine sahipmiş. Resimlerde ve heykellerinde etrafında uçuşan kuşlarla tasvir ediliyor. Adını taşıyan kentin insanlarının hayvan sevgisinin böyle olması da hoş bir tesadüf tabii!
Ama şimdi kentin önemli bir sorunu var: Çakallar!
Kentin parklarında yaşıyorlar ve güvenlik kameraları kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla ilk kez 2004 yılında Golden Gate Köprüsü’nü yürüyerek geçerek parklara yerleşmişler.
Şu anda da yavrulama zamanları ve kentteki köpeklerin bu yavrulara zarar vermesini önlemek için belediye de bir dizi tedbir almış.
İşin ilginci köpek sahiplerinin çoğunun bu önlemlere karşı olması! İçlerinde “Burası kent, kır değil, çakallar buraya ait değil” diyenler de var, kent bütçesinin bir bölümünün çakalları korumak için harcanmasına karşı çıkan da.
Hesapta “hayvanseverler” ama belli ki sadece kendilerine ait olan hayvanları seviyorlar. Çocukları ise hiç sormayın, sayılarının azlığından da belli değil mi?
Rock konserinde ziyafet sofrası
BROOKLYN’deki Prospect Park’ta bu hafta sonu bir rock festivali var. Başarabilirsem gitmeyi de çok istiyorum. Bunu okurken Kanat eminim şöyle düşünecektir: “Abi ne işin var senin oralarda, yorulursun, yıpratma kendini!”
Evet, parklarda, geniş açık alanlarda yapılan rock festivalleri pek bana göre değil. Çamura batacaksın, portatif tuvaletler önünde saatlerce bekleyeceksin, bira sıcak, pizza, hamburger gibi yiyecekler soğuk olacak, muhtemelen yarı yaşımdaki insanlar zaten bana “Bu adam yolunu mu şaşırdı” diye bakacak vs.
Ama bu “festival” bir hayli farklı! Bu yeni bir konsept ve rock müzik starları ile mutfak starlarını bir araya getiriyor!
Bu yeni “trend”in nereden çıktığını bulmak kolay: Organizatörler açık hava rock konserlerine içecekleri biraları da yanlarında getiren gençleri değil, benim gibi rahatına düşkün rock severleri çekmeye çalışıyorlar. Anlaşılabilir bir durum çünkü benim yaşımdaki insanlar daha rahat para harcayabiliyorlar gençlere göre.
Hafta sonundaki rock festivalinde April Bloomfield, Tom Colicchio, Marcus Samuelson gibi tanınmış şefler, “sokak yemeklerine” yeni bir yorum getirecekler. Rock dinlerken çimenlerin üzerine yayılıp, foie gras sandviç, ıstakoz, kırmızı cury soslu Thai, sosisli hot dog gibi “sofistike” yiyecekler atıştırmak artık moda olmuş çünkü.
Türkiye’deki konser organizatörlerinin dikkatine sunarım. Konsere yetişeceğim diye alel acele sandviç tıkıştırmak ya da büfeden paketlenmiş tuz bombardımanı almak zorunda bırakmayın bizleri lütfen.
Paylaş