"Hayatınızı değiştirecek 50 film" isimli bu güzel kitabın sayfaları arasında dolaşırken fark ettim ki içlerinde seyretmediğim film kalmamış.
Dergi editörlerinin seçimlerinden bazılarına itirazım var ama zaten bu filmlerin hepsi hayatımı derinden etkilemiş olsaydı, şu anda nerede olurdum, bilemiyorum!
Bu elli film içinde ölüme bakışımı derinden etkileyen film "All That Jazz" olmuştu.
Yönetmen Bob Fosse, bu filmde alkol, uyuşturucu ve kadın düşkünü bir müzikal yönetmeni (Joe Gideon) üzerinden kendi yaşamını anlatıyor aslında. Fosse, filmi kalp krizi geçirip hastaneye kaldırıldığında tasarlamış.
Joe Gideon tiplemesi, Roy Scheider’in hayatındaki en önemli rollerden biridir diye düşünüyorum.
Filmin beni en çok etkileyen yönü, o meşhur "Bye Bye Love" isimli şarkının söylendiği finali.
Joe Gideon artık ölmektedir, fütüristik bir tiyatro sahnesinde ölüm meleğinin gelip kendisini almasını bekliyor.
Tiyatro salonu son sandalyesine kadar dolmuş.
Her bir sandalyede Joe Gideon’un yaşamına şu ya da bu şekilde girmiş bir insan oturmuş.
Kızı, eski eşi, eski sevgilileri, yakın dostlar, fahişeler, tiyatro oyuncuları, avukatlar, lokantadaki garson, kafedeki aşçı... Herkes oraya Gideon ile vedalaşmaya gelmiş, hepsi tek tek elini sıkmaya çalışıyor.
Gideon’un söylediği şarkıya el çırparak, söyleyerek eşlik ediyorlar: Bye bye love /bye bye happines / hello lonelines / I think I’m gonna cry."
Derken ölüm meleği Jessica Lange beyaz giysileri içinde geliyor, elinden tutup Gideon’u öbür dünyaya götürüyor.
Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’da aklımı başımdan alan Jessica’dan daha seksi bir Jessica var bu sahnede.
Aynı güzellik, aynı vahşi çekicilik elbette! Aradaki temel fark, birinin kollarında ölüme gitmeye razı olmanız gibi geliyor bana.
Büyüyü yaratan da o fark zaten.
O filmi izlediğimden beri hep düşünürüm: Hayatının kimler ile geçtiği çok önemlidir. Ölüm anında keşke olanak olsa da herkesle tek tek vedalaşabilsem!
Diplomaların, otomobillerin, evlerin, iş hayatındaki başarılarının o anda orada olmasını kim ister?
Önemli olan bütün bu serüven boyunca biriktirdiğin insan varlığıdır; senin için üzülüp, senin için gülebilenler, arkandan konuşanlar, çekemeyenler, hayranların, sevgililerin.
Böyle bir veda sahnesinin ardından, Jessica Lange gibi bir meleğin kolları arasında ölüme severek giderim.
"Ah Jessica, ben hayattayken neredeydin" diye hayıflanarak elbette!
Tombalacık Halime’m taş başına gel!
GEÇENLERDE bir üniversite öğretim üyesi, okul koridorlarında ıslıkla "Tombalacık Halime’m" türküsünü çaldığı için cezalandırıldı. Bunun nasıl bir suç olduğunu anlayabilmiş değilim.
Acaba üniversitede rektör, dekanlar ya da bölüm başkanları arasında adı Halime olan ve "tombalacık" tanımlanmasına sinir olan birisi mi vardı diye merak ettim.
Eğer böyleyse öğretim üyesinin daha "kimliksiz" bir türküyü çalması ("çığırması" mı demeliydim acaba) gerekirdi.
Çünkü "Ben de yandım Haççe’nin mor fistanına" bir Victoria’s Secret reklamı muamelesi görebilir, okuldan atılabilirsiniz.
Kimliksiz türkü derken ne anlatmak istediğimi örnekle açayım: "Armut dalda, kız balkonda sallanır" ya da "Gül yüzüne bakarken kaybettim öküzleri" gibi türküler.
Ancak, isimsiz türküdür diyerek "Dam üstünde un eler, tombul tombul memeler" de söylenmemeli, çalınmamalıdır.
Elbette "Yatırdım yatırdım çam dibine" de yakışık almaz, çünkü hem ima ettiği şey uygun bir davranış değil hem de kimi yatırdığını türkünün sonunda açıkça söylüyor.
AKP’li bakanlar ve milletvekilleri de şu türküden uzak durmalı, uzun boylu bir tanıdıkları bu aralar çok sinirli çünkü: "Antalya’nın mor üzümü, severler boyu uzunu!"
Kebap haritası da boğazımıza dayandı!
ÖNCE kızgın kebapçıların şişlerine hedef olmamak için şunu belirteyim: Kebap severim, her gün olmasa da ayda bir yerim!
İstanbul’da Mabeyin,Köşebaşı,Adana Yüzevler ve Develi’ye yabancı misafirlerimi de rahatça götürürüm.
Ancak kebabın, Türk mutfağının asıl yemekleriyle boy ölçüşebilecek bir şey olmadığını da düşünürüm.
İyi bir hünkárbeğendinin yerini ne tutabilir? Domatesli pilavın? Zeytinyağlı yerelması, enginar ve kerevizin? Karnıyarığı, imambayıldıyı, biber dolmasını, yaprak sarmalarını da unutmayalım.
Gel gör ki bu yemekleri hakkıyla yapan lokanta sayısı, kebap lokantaları sayısının onda biri kadar bile değil.
Yaşlılar zamanla aramızdan ayrıldıkça bu mutfağın en değerli mücevherleri birer birer yok olup gidecek, hepsi yemek kitaplarında kalacak.
Oysa biliyoruz ki bir mutfağın gelişmesi, geleneksel reçetelerin tarih içinde kaybolmaması ve giderek daha rafine hale gelmesi ancak lokantalarda mümkün olabilir.
Cemil Çiçek, seçim haritasına bakıp DTP’nin Iğdır’a dayandığını söylediği için çok eleştirildi. Ben de geçenlerde Boğaz’da bir kebapçı görünce, "Kebap Boğaz’ımıza da mı dayandı" demiş şöyle düşünmüştüm: "Türk mutfak kültürü"asimile mi oluyor?