Gözlerim boşluğa dikilmiş, bir yer arıyorum

MİDYAT’ta, Madiat Otel’deki odamın penceresinden baktığımda, karşımdaki uçsuz bucaksız sonsuzluğun içine çekildiğimi hissettim.

Ufuk çizgisine kadar görüşümü engelleyebilecek herhangi bir şey yoktu.

Sararmış otların arasında tek tük ağaçlar seçilebiliyordu, onların da yaprakları çoktan dökülmüştü.

Mutlak bir sessizlik vardı.

İçinde bulunduğum zamanı ve mekánı bana unutturan, derin bir sessizlik.

Böyle bir ortamda hiçbir şeyin değerinin olmadığını daha iyi anlayabiliyorum.

Bütün yaşamımı esir alan, peşinden koştuğum her şeyin değersizliğini bana bir kez daha hatırlatan derin bir sessizlik bu.

Derin olması, içinde kaybolup gitme isteğimi dürtüklemesinden kaynaklanıyor.

Her şeyi geride bırakıp gitme isteğimi.

Corto Maltese gibi hissediyorum kendimi.

"Yolculuk nereye" sorusunu "Uzağa, çok uzağa" diye yanıtlayan Corto gibi.

Avucunda kader çizgisi olmayan ama kendi kader çizgisini cebinden çıkardığı bir çakı ile avucuna çizen Corto Maltese!

Bu sararmış ovanın ortasında, bir deniz adamını hatırlamamın nedeni, bu boşluğun bir okyanusu andırıyor olması.

Aradaki tek fark, burada iyot kokusu yok. Belli belirsiz bir tezek kokusu var esintinin buklelerinde.

Zamanın durduğu böyle anlarda içimden yükselen yaşamı sıfırlayıp, yeniden başlama isteğine karşı koyamıyorum.

Burada yazıldığı kadar kolay olsa, mesele yok aslında.

Ama bütün yaşamını kendine başkaları tarafından tanımlanmış sorumluluk alanlarında, üzerine düşenleri yaparak geçirmiş bir insanın, bunu yapabilmesinin o kadar da kolay olmadığını biliyorum.

Bu dünyanın dışında bir yer arıyorum sanki.

Baudlaire
’in dediği gibi: Neresi olursa olsun, yeter ki sevdiğimin yanında olsun!

Bir ’türkü bar’ gecesi böyle bitti

"TÜRKÜ bar" denilen yerlerin varlığından haberim vardı ama geçen ay Afyon’a gidene kadar da böyle bir yerin neye benzediği hakkında bir fikrim yoktu.

Afyon’daki İkbal Otel’de böyle bir yere girme olanağı da buldum ve içimdeki gizli "ben"i keşfettim!

Önce şunu söylemeliyim, şahane bir yer!

Orkestra muazzam, saz çalan genç yaşta saçları dökülmüş erkek, gül ağacının hakkını veriyor, şarkı söyleyen kız ise bir rüya gibi. Kadife sesiyle insanı o sigara dumanlı yerden alıp, dağ başına çıkarabiliyor; sigara dumanını, sabahın alacakaranlığında çöken sis zannediyorsunuz.

Müşterilerin çoğunluğu "ağır abilerden" oluşuyor.

Clark Gable gibi kısılmış gözlerle çaktırmadan etrafı süzerken, hafiften çenelerine sarkan tebessümleriyle karşılarında oturan zarif hanımlara bakıyorlar.

Kadınlar, türkülere katılmakta, havalar oynaklaşmaya başlayınca da hareketlenmeye daha meyilliler.

Türkülerin çoğu, kaybettiği sevgilinin arkasından ağıtlar yakan insanların ağzından söyleniyor.

İçimden "Madem bu kadar seviyordun, neden gitmesine izin verdin" demek geliyor ama öyle bir ortamda bunu kimseye söyleyemeyeceğimin de farkındayım.

Ve sonra "istek üzerine" o meşum şarkı başlıyor: "Hadi, hadi, hadi?"

O elindeki kadehi bin bir zahmetle kaldırır gibi görünen ağır abilerin bile hareketlendiğini, sağ kollarını kaldırıp ellerini bileklerinden oynatarak "hadi hadi" dediklerini fark ediyorum.

"Türkü bar" gecem böyle sona eriyor: "Bana bunu etmeyeceğidin!"

Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa!

MİDYAT’a gelmeden bir gün önce Ordu’da, Doğan Yayın Holding’in "Anadolu’daki Avrupa" toplantılarındaydım.

Böylece Anadolu’daki "marka toplantıları" nedeniyle gittiğim il merkezi sayısı 21’e çıktı.

Gittiğim her kentte olduğu gibi Ordu’da da gördüğüm, kentini seven bir avuç insanın bir şeyler yapabilme çabasıydı.

Ordu’nun kabuğunu kırabilmek için yeterli insan potansiyeline sahip olduğunu ama devletin yapması gereken altyapının yetersizliğinin buna izin vermediğini bir kez daha görmüş oldum.

Yolu, limanı, demiryolu, havaalanı olmayan bir kent nasıl gelişsin ki?

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Ordu’nun bir başka sorununa işaret etti: Türkiye’nin birçok bölgesinde yerel oyunlar omuz omuza ya da el ele tutuşarak oynanıyor. Ordu’da ise oyuncular karşı karşıya geçiyor, birbirlerinin ayağına basmaya çalışıyorlarmış.

"Karşılama" belki yerel bir oyun olarak güzel ama hayatın öteki alanlarında omuz omuza vermek daha iyi olsa gerek!

Türkiye’nin nasıl zengin bir coğrafya olduğunu da bu gezimde bir kez daha görmüş oldum.

Ormandaki bir çalının filizlerinden elde edilen "melocan" kavurmasının, bir tür yabani çiçek soğanı olan "sakarca" tavasının tadına baktım. Pidelerin lezzetini söylememe bile gerek yok.

Yolunuzun düşmesini beklemeden bu baharda özel olarak Ordu’ya gitmenizi öneririm.

Vali Dr. Said Vakkas Gözlügöl’ün başlattığı "Ordu - O2" projesi dilerim ki Ordu’yu güzel bir turizm merkezine dönüştürsün.

Dereler yukarı aksa bile sevdiğini vermemeye kararlı insanların kenti, bugün sahip olduklarından çok daha fazlasını hak ediyor çünkü.
Yazarın Tüm Yazıları