Paylaş
İfadesinde 1993 yılında Silahlı Kuvvetler’in Diyarbakır kırsalında başlattığı operasyon sırasında o bölgede PKK militanı olarak bulunduğunu söylüyor.
Şöyle bir ifadesi var: “Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, PKK tarafından vurulmadı. Lice’de PKK’nın büyük bir baskını olduğu söylenerek paşanın Lice’ye gelmesi sağlandı. Helikopterden iner inmez bir asker tarafından vuruldu. Vuran asker de başka bir asker tarafından öldürüldü. İkisinin birlikte helikopter ile Diyarbakır’a getirildiğini öğrendim. Bu olayı PKK’nın yapmadığını en üst düzey örgüt mensuplarından bizzat öğrendim. Bahtiyar Aydın isimli paşanın ne amaçla ve kim tarafından öldürüldüğünü bilmiyorum. Örgütün en önemli birimlerinin bu kadar sıkıştırıldığı ve hatta örgütün en üst düzey mensuplarından bazılarının da imha edilmesi aşamasına gelindiği bir esnada böyle bir hadisenin olması karanlık bir nokta olarak kaldı.”
Çok ciddi bir iddia! Aydınlatılması ve bir suç varsa bu suç ile Ergenekon davasında yargılanmakta olan sanıklar arasındaki ilişkinin ortaya konulması şart. Doğru söylemiyorsa da neden yalan söylediğini öğrenmeliyiz ki bilmediğimiz başka karanlık ilişkiler varsa onlar da ortaya çıksın.
Savcılığın elinde bu ifadeyi doğrulayacak somut deliller olmalı ki dava sürecinde bu ifade işe yarasın.
İfadenin doğruluğunu kontrol etmek de zor olmamalı. Ordunun kayıtlarından aşağıdaki bu soruların yanıtlarını bulmak son derece kolay!
O tarihte Lice’de gerçekten büyük bir saldırı olmuş mu, olmamış mı? Saldırı karşısında “Bu çok büyük saldırı, komutanı çağıralım” kararını veren rütbeli subay kim? Hangi göstergelere bakarak bu kararı vermiş? Helikopterin indiği alanda o sırada görev yapan birlikte hangi askerler vardı, kimin komutası altındaydılar? O komutan ve o askerler bir erin generali vurmasını, sonra bir başkasının da onu vurmasını gördükleri halde neden bu zamana kadar sustular? Hepsi birden bu komplonun bir parçası mıydılar?
Şemdin Sakık’ın, “gizli tanık” olarak verdiği bu ifadesi 2. Ergenekon iddianamesinde yer alıyor.
Bu iddianamenin mahkeme tarafından kabul edildiği tarih 6 Ağustos 2009. Yani üç yıllık bir süre geçmiş üzerinden. İddianamenin hazırlanıp mahkemeye gönderildiği tarih de 2009 yılının mart ayı.
Hazırlık soruşturması aşamasını geçelim, varsayalım ki savcılığın bunu araştırma zamanı olmadı. Ama sonraki üç yılda bu soruşturuldu mu?
Ayrıca “Kıskaç” isimli gizli tanığın anlattıkları ile de uyuşmuyor. Kıskaç, rahmetli generali vuran silahın 700 metre ileride bulunduğunu anlatıyor. Ona göre de konuşma yaparken vurulmuş, helikopterden iner inmez değil. Ve silah bir yarbaya teslim edilmiş, sonradan silahı gören de olmamış.
Ortada çok ciddi bir iddia var. Ve bu ciddiyetine uygun olarak soruşturulmalı ki varsa suçlular cezalarını çekmeli, “eksik soruşturma” bu suçtan paçalarını kurtarma sonucunu yaratmamalı.
Ergenekon davası, Türkiye tarihinin karanlık noktalarını aydınlatmak ve gelecek açısından herkesin dersler çıkarmasını gerektirecek önemde bir davadır diye düşünüyorum. Ama bunun ciddiyetine uygun olarak soruşturulup yürütülüyor mu diye kendime sorunca, yanıtım olumlu olamıyor.
Böyle bir davanın “gizli tanık ifadelerinden” daha önemli somut delilleri olmalı ki yargılama adil olsun, kuşku kalmasın.
Amerikan polisiye filmlerinde savcılar, kendilerine sadece tanık ifadesi ile gelen polislere hep şöyle diyorlar: “Senin sözüne karşı benim sözüm! Gidin delil bulun.”
Tamam, burası Amerika değil ama somut delillerle desteklenmeyen gizli tanık ifadeleriyle nasıl mahkûmiyet verilecek, nasıl beraat kararları alınacak?
Bu fıkraları ben yazamazdım
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, dün grup konuşmasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken şunları söyledi:
“Doğrusu Kılıçdaroğlu ne zaman hükümeti yerse dünyadan Türkiye’ye övgüler geliyor. Ülkesine bu kadar yabancı, bu kadar ilgisiz bir ana muhalefet partisi olabilir mi? Buna önünü görememek mi denir, okuma körlüğü mü denir, kendi ülkesine şaşı bakmak mı denir, bunu ben milletimin takdirlerine bırakıyorum. Hani var ya tam bahtsız bedevi misali.”
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Başba-kan’a şu sözlerle yanıt verdi:
“Benim söylediklerim konusunda terbiyesiz bir açıklama yaptı. Bahtsız bedevi dedi. Libya çöllerinde gezen benim öyle mi? Suriye çöllerinde de gezen benim. Arabistan çöllerinde gezen benim. Bahtsız bedevi de benim. Şimdi soruyorum. Suriye çöllerinde gezen sen değil misin? Libya çöllerinde gezen sen değil misin? Arabistan çöllerinde gezen sen değil misin? Dön aynaya bak, bahtsız bedeviyi göreceksin orada. Ama o çöllerde gezerken aman ha kutup ayılarına dikkat et. Horoza sormuşlar, ‘Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar’ diye. ‘Ben bilmem, ben söyler geçerim’ demiş. Ben de söyler geçerim.”
Normal olarak Türkiye’deki insanların çoğu bu belden aşağı fıkraları bilmez. Bilenler elbette vardır ama gazetede “Bilenler bilmeyenlere anlatsın” diye düşünülmez. Gazetede bununla ilgili bir yayın yapılacaksa, haberin içine bir küçük kutu açıp, bu fıkrayı da hatırlatmak kuraldır.
Kutup ayısı ile bahtsız bedevi arasındaki cinsel ilişkiyi ve horozların tavuklara karşı cinsel görevlerini anlatan bu fıkraları ben burada yazmaya kalksam, gazetenin yazıişleri müdürleri uyarırlar: “Ağabey, bu biraz ayıp kaçıyor, gazeteleri malum çocuklar da okuyor, bunu yazmasan daha doğru olur.”
Ama bu fıkraları Başbakan ve ana muhalefet lideri sıfatlarını taşıyan iki politikacı TBMM kürsüsünden rahatlıkla anlatabiliyorlar, onları dinleyen milletvekilleri de kıkırdaşıyorlar!
Politik tartışma yaparken, karşılıklı atışırken seviyenin bu kadar düşürülmesini hak ediyor muyuz?
Paylaş