ADANA’da bir ilkokul öğrencisi, sınıf arkadaşı olan bir kıza televizyonda seyrettiği dizi filmde duyduğu bir teklifi yapmış: "300 bin dolara bir gece."
Sınıf öğretmeni bunu duyunca kendi tabiriyle "şoka uğramış" ve bütün öğrenci velilerini okula çağırmış.
Bu haberi okurken "Öğretmen, gerçekten iyi bir öğretmenlik eğitimi almış olabilir mi" sorusu geldi aklıma.
Çocuklar arasındaki şakalaşmaları bu kadar ciddiye aldığına göre, kendisi hiç çocuk olmamış, hiçbir arkadaşına şaka da yapmamış diye düşündüm.
Çocukça bir terbiyesizliği cezalandırmanın yolu, o çocuğu bütün okula ve bütün velilere teşhir etmek midir, yoksa bir kenara çekip yaptığı şeyin çok yanlış olduğunu anlatarak arkadaşından özür dilemesini sağlamak mıdır?
İkincisini yapar, sonra da sadece o veliye, çocuğuna gece geç saatlere kadar televizyon seyrettirmemesini de tembih edebilirsiniz elbette.
Sorun sınıftaki bütün çocuklar için geçerliyse, bir tek çocuğu teşhir etmeden, bütün velileri toplar, gece geç saatlerde çocuklara televizyon seyrettirilmesinin sakıncalarını da anlatabilirsiniz.
Öte yandan bir televizyon dizisinde, bir kahramanın rol gereği söylediği bir sözün bu kadar abartılması, günlerce tartışmalara ve köşe yazılarına konu olması üzerine de bir şeyler söylemek istiyorum.
Bu bana biraz da Elif Şafak’ın roman kahramanının sözleri yüzünden yargılanmasını çağrıştırıyor.
Bu bir film! Filmlerde olan her şey gerçek yaşamdaki ahlak kurallarına uymayabilir. Cinayetler işlenebilir, ahlaksız teklifler yapılıp, kabul edilebilir, siyasetçiler hırsızlık yapabilir, polisler mafyaya alet olabilir vs.
Filmde gördüğünüz şeyleri ciddiye alır, bundan hareketle "toplumdaki bozulmayı" filmlerdeki repliklere bağlarsanız komik olursunuz.
Merak etmeyin, kimse filmde gördü diye gidip 300 bin dolar için birisiyle yatmaz.
Filmlerde her gördüğümüzü yapmaya kalksak, nasıl bir dünyada yaşardık düşünsenize.
Mutlu olmak için lüks tüketim!
BİR "stoacı" olsam, 2006 senesinin aralık ayında Londra’da üç gün geçirmek beni büyük ihtimalle bir bunalıma sokardı.
Okuldaki felsefe derslerinden de hatırlayacağınız gibi "stoacılar", mutluluğun dışsal faktörlerden etkilenmeyeceğine inanırlardı.
Karnını doyuracak kadar yiyecek, örtünmeni sağlayacak kadar giysi, barınmana yetecek kadar bir kulübe ve oturup hoş beş edeceğiniz, bilimin ve erdemin sırlarına birlikte varacağınız dostların varlığı mutlu olmak için yeterliydi.
Bu yaşamda lükse yer yoktu, çünkü gerek yoktu.
Londra’da dolaşırken gördüğüm şey ise mağazalardan taşan lükstü!
"Tavsiye edilen" yılbaşı hediyelikleri arasında yer alan bir Montblanc dolmakalemin 85 bin Paund’a (300 küsur milyar lira) satıldığını söylesem kulaklarınıza inanamazsınız sanırım. Ama ben gözlerime inandım!
Artık o dolmakalemin gireceği cebin ceketinin fiyatını siz hesaplayın.
Lüks tüketim çılgınlığı mı desem, yeni bir trend mi desem daha doğru olur; bilmiyorum ama şu anda dünya bununla ilgileniyor.
Time Dergisi bile geçenlerde bir "Lüks tüketim malları rehberi" yayımladı.
Takip ettiğim yabancı gezi dergilerinin işaret ettiği bir şey var: Turizm sektöründe de lüks bireysel turizm, kitlesel turizmin önüne geçiyor.
Paralı insanlar dev oteller değil, küçük ve özel butik oteller arıyor, kendileri için özel biçilmiş tatil programlarına para ödüyor.
Turist sayısı başına elde ettiğimiz gelirden şikáyet ediyoruz ama bu lüks meraklısı turisti buraya çekecek mağazalarımızın, otellerimizin, lokantalarımızın sayısı kaç, bunu kendimize hiç sormuyoruz.
Aklıma gelmişken sorayım: Bizim ülkemizde dünya turizmindeki bu eğilimleri tespit etmek için araştırmalar yapan ve bunun sonucunda hükümete turizm politikasında değişiklikler öneren bir kurum var mı?
Aşksız yaşamları kutsama çabası
DOĞRUSUNU isterseniz bu son günlerdeki "azgın teke sendromu" haberleri, biraz canımı sıkıyordu.
Elbette kimin kimle ne yaptığı beni o kadar ilgilendirmiyor, ama bu vesileyle orta yaşlı erkeklerle ilgili olarak yapılan yorumlardaki "çiğlik" hoşuma gitmiyordu.
Şu "taze et merakı" kökenli yorumlardan söz ediyorum.
Bu tür yaklaşımları dile getirenlerin önemli bölümünün kadın yazarlar olması ise meselenin bir başka can sıkıcı tarafı.
Kadın yazarların, yaşlı erkek-genç kadın ilişkilerine daha sofistike terimlerle yaklaşmalarını beklemiştim oysa.
Londra’da akşamüzeri metrodan çıkarken elime bir gazete tutuşturdular.
Katie Hind isimli yazarın köşesindeki başlık hemen dikkatimi çekti: "Yaşlı adamlar çekicidir!"
Katie Hanım, köşesindeki seksi fotoğrafında 25-30 civarında gösteriyor. Babası yaşında bir erkek ile bir romantik ilişki yaşamış, yazısında onu anlatıyor.
Yazıya hızla göz atarken şöyle şeyler okuyacağımı hayal etmiştim: Yaşlı sevgilim beni daha iyi anlıyor, omzuna başımı yaslayıp ağlayabiliyorum, benim isteklerimi bir emir kabul ediyor, etrafımda pervane oluyor, sonunda sığınacak sakin bir liman buldum vs.
Adamla romantik bir akşam geçirmişler ama anlattığı romantizm iyi kalite bir şampanya açmaktan ibaret!
Sonra da adam ortadan yok olmuş zaten. "İki hafta yoğun işlerim var, görüşemeyeceğiz" demiş.
Anlayacağınız yine hayal kırıklığına uğradım.
Gerçek aşk öyküsü okuyacağımı sanmıştım, takıl-dağıl türü bir ilişki çıktı karşıma.
Belli ki Katie Hanım da ilişkisi ile ilgili derin düşünceler geliştirememiş.
Acaba bu konuda asıl sorun da bu mu?
Aşkın doğasını anlamakta zorlandığımız için mi, yaşlı bir erkek, genç bir kadına áşık olunca onu hemen "teke sınıfına" kaydırıp, kendi aşksız yaşamlarımızı kutsuyoruz?