BÜLENT Ecevit’in ölümünün ardından siyaset dünyamızdan gelen tepkileri olumlu karşıladığımı söylemek istiyorum.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, bakanların ve Ecevit ile görüşleri hiçbir zaman uyuşmayan öteki siyasi parti liderlerinin bu ölüm ardından verdikleri demeçler, Devlet Mezarlığı’na defin için gerekli yasal düzenlemeler bize Türkiye’de siyasi görüş ayrılıklarının her zaman kavgayla sonuçlanmayabileceğini gösteren örnekler.
Ölülerin hayırla anılmaları gerektiğini öğütleyen bir inancın yansımaları bunlar.
Gelgelelim, siyaset dünyamızdaki bu hava ile bazı gazetelerin köşe yazılarına yansıyan hava hiç de uyuşmuyor.
"Kör ölür badem gözlü olur" gibi en kaba yorumları mı ararsınız, Ecevit hakkında iyi görüşler beyan eden siyasetçileri eleştirenler mi, Ecevit’in aslında hiç de değerli bir siyasetçi olmadığını kanıtlamaya çabalayanlar mı?
Gazetelerin bir bölümündeki köşe yazılarında bunların hepsi var.
Ve doğrusunu isterseniz bunu saygısızca buluyorum.
Bülent Ecevit öyle ya da böyle bu ülkenin tarihinde 50 yıldır var.
Hataları da olmuştur, doğru yaptığı işler de olmuştur. Bu nedenle onu sevebilirsiniz de, kızabilirsiniz de.
Ama bu ülkede her görüşten insanın saygıyla andığı ölmüş bir siyasetçinin arkasından çalakalem yazılan köşe yazılarıyla bu eleştirilerin yapılmasını doğru bulmuyorum.
Ecevit ile ilgili yargıyı artık sadece tarih verebilir.
Biz gazetecilere düşen de onu artık rahat bırakıp anısına saygı göstermekten ibarettir.
AB zirvesi iki soruya yanıt bulmak zorunda
AVRUPA Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili "İlerleme Raporu" beklendiği gibi şekillendi ve hep birlikte aralık ayındaki AB Zirvesi’ni beklemeye başladık.
Komisyon raporunda, Güney Kıbrıs’a Türk limanlarının ve hava sahasının açılmamasıyla ilgili bir "tavsiye kararı" yer almıyor.
Bu "diplomasiye bir şans daha vermek" olarak görülebilir.
Ancak bu "şansın", Avrupa Birliği’nin genel tutumu değişmeden bir işe yaramayacağını da unutmamak gerek.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni dünyadan izole eden durum ortadan kaldırılmadıkça, artık Türkiye’de hiçbir hükümetin bu konuda bir adım atamayacağı gerçeğini Avrupa Birliği’nin iyice anlaması gerekiyor.
Avrupa Birliği’nin bu aşamadan sonra vereceği karar şu olmalı: Rum ve Yunan şantajına boyun eğerek Türkiye’nin AB dışında kalmasına göz yumalım mı, yummayalım mı?
Ve Kıbrıslı Rumlar ile Yunanlılar da şunu düşünmeli: Bizim arkamıza saklanarak Türkiye’yi AB dışına itmek isteyenlere alet olalım mı, olmayalım mı?
Aralık zirvesi, bu soruların yanıtının verileceği bir zirve olacak.
Mizah yazarlarını kıskandıracak tatbikat
İSTANBUL’daki deprem tatbikatının ilk gün sonuçlarıyla ilgili haberleri okurken "Allah yardımcımız olsun" demekten başka bir şey gelmedi aklıma.
Ortada depremin sadece "tatbikatı" varken bile ortaya çıkan görüntü ürkütücüydü.
Gazeteler 818 kilometre uzunluğundaki "deprem acil ulaşım yollarının" park eden otomobiller nedeniyle geçit vermediğini yazıyor.
Bir de deprem gerçekten olduğunda o yolların ne hale gelebileceğini gözünüzün önüne getirin.
Deprem sırasında tıkanan yolları açmak için kullanılan "Koca Yusuf" isimli dev vincin, hurda bir kamyonu bile yerinden kaldıramamış olması da olayın bir başka "gülsek mi, ağlasak mı" boyutuna işaret ediyor.
Belli ki alet edevat alınmış, ama bunların nasıl kullanılacağını bilen personel yetiştirmek kimsenin aklına gelmemiş.
Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, yaşanan sıkıntıları görünce şöyle demiş: "Bir afet anında kriz masasına ulaşabilmek için motosiklet ve Zodyak bot alacağım. Bunlardan birer tane de valinin konutuna alınsa iyi olur."
Bunu okuyunca "Demek ki İstanbul’da afet her sabah ve akşam yaşanıyor" diye düşündüm.
İstanbul’da normal günde trafiğe çıkıp da "ah bir motosikletim olsa" ya da "keşke bir kayığım olsaydı" demeyen kaç kişi çıkar dersiniz?