ÖYLE görünüyor ki hükümet, kamu vicdanını rahatsız eden “uzun tutukluluk süresi ile tahliyeleri” yüksek yargı ile olan kavgasında bir manivela gibi kullanmak istiyor.
“Dosyaları öne çekselerdi Hizbullahçılar tahliye edilmezdi” iddiasının iler tutar bir tarafı yok.
Hadi diyelim ki o dosya öne çekildi, geri kalan binlerce dava ne olacaktı?
Adalet duygusu o zaman da sarsılmış olmayacak mıydı?
On binlerce dosyanın karara bağlanmadan öylece bekliyor olmasının nedenleri çok açık:
1- Mahkemelere sunulan iddianameler yetersiz. Kuşkuya yer bırakmayacak kanıtlarla desteklenmemiş soruşturma dosyaları eksiklikleri tamamlansın diye aylarca bekliyor.
2- Kanunlar sık sık değişiyor, her değişen kanun Yargıtay’da bozma nedeni oluyor.
3- Yetersiz iddianamelerle, iyi incelenmemiş deliller ile verilen kararlar Yargıtay’da bozuluyor. Adil yargılanma hakkı, temel bir insan hakkı olduğuna göre, bu görmezden mi gelinecekti?
4- Mahkemelerin iş yükü ağır. Daha çok mahkeme kurmak, istinaf mahkemelerini hayata geçirmek gerekiyordu. Bunu yapmak hükümetlerin işi değilse, kimin işiydi?
Her zaman olduğu gibi bir kez daha işin sadece sonuçlarıyla uğraşıyoruz.
Oysa iş en başından itibaren bozuk!
Polisi modernize etmek, çağdaş delil toplama yöntemleri ile çalışmasını sağlamak, savcılıkların soruşturmanın her aşamasında etkin olmasını sağlamak, Adli Tıp gibi yardımcı kurumları personel ve araç gereç açısından geliştirmek gerekiyor.
Dokuz yıla yaklaşan bir iktidar süresinde bunları yapmak kimin işiydi?
Çıplak gerçek bu! Adalet sistemi çöktü, çünkü hükümet bu dokuz yılda sadece yargıyı ele geçirme fikrine takılıp kaldı. Yargıyı iyileştirme, hızlandırma meselesi gündemine bile gelmedi.
Şimdi demagoji ile sorumluluk başkalarının sırtına yıkılmak isteniyor ama gerçek o kadar ortada ki işe yarayacağını hiç zannetmiyorum.
Almanya’dan bakınca böyle görünüyormuş!
CÜNEYT Ülsever, Ahmet Davutoğlu’nun yönettiği Türk dış politikası ile ilgili ciddi eleştirilerini Hürriyet’teki köşesinde yazdı.
Bu konuyla ilgili olarak Almanya’nın ciddi gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung’da da 3 Ocak tarihinde bir analiz yayımlandı.
Almanya’daki arkadaşımız Gürsel Köksal, o makale ile ilgili bir bilgi notu yolladı.
Türk dış politikasının “dışarıdan” nasıl göründüğüne ilişkin bu ilginç notu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Makalenin başlığı şu: “Büyüklük ve Megalomani: Türk dış politikası anlam kazanıyor ve gerçeklik duygusunu yitiriyor!”
Yazıda Türk dış politikasındaki gelişmeler değerlendiriliyor ve Davutoğlu’nun Türkiye’nin uluslararası politikadaki “ağırlığı” ile ilgili görüşlerini “Ankara diplomasisinin megalomanisi ya da en azından kendini abartması” olarak yorumluyor.
Bir Türk üniversite profesörünün “Geleceğin güç üçgeni: ABD, Türkiye ve İran” değerlendirmesi yaptığına işaret edildikten sonra şöyle devam ediliyor: “Ankara’da kimse Türkiye’nin Washington ve Pekin’le eşit muhatap olduğunu iddia etmiyor. Ancak birçokları Türkiye’nin Rusya, Hindistan ve Brezilya gibi dünya çapındaki güçlerle aynı ligde oynadığını kabul ediyor. Bu oyuncularla da arasında büyük bir mesafe var ama stratejik sarhoşluğun kendi öneminden öte olduğunu söylemeye kimse cesaret edemiyor.”
Yazıda ayrıca Türk dış politikasının eski dönemlerden farklı olarak artık kamuoyunun eğilimleriyle koşut olduğuna değiniliyor.
İsrail’e, Ermenistan’a yönelik politikalara işaret edilerek “popülizm ve oportünizm”in Türk dış politik yönelimlerini gerçekten değiştirebileceği “tehlikesi”ne işaret ediliyor.
Bu nasıl bir toplum?
GERÇEKTEN tuhaf insanların yaşadığı bir ülkeye dönüştüğümüz çok açık.
Kendi şirketlerini soyduğu, halkı dolandırdığı için yargılanırken yurtdışına kaçmak zorunda kalan bir işadamı yurtdışında doğum gününü kutluyor. Bakıyorsunuz, toplumda tanınan bir uçak dolusu insan, oraya doğum günü kutlamaya koşuyor!
Onlarca insanı, ellerini kollarını bağlayıp, canlı canlı toprağa gömdükleri için yargılanan bir grup insan, mahkemelerin yetersizliği nedeniyle tahliye oluyor. Beraat edip, suçsuz oldukları anlaşıldığı için değil ama! Binlerce insan cezaevi kapısında halay çekerek onlara karşılama töreni yapıyor.
“Mafya babası” diye anılan ve suç örgütü kurmaktan yargılanan bir kişi tahliye oluyor, o da yargılanıp beraat etmemiş, cezaevi kapısında bin kişi karşılıyor, evine kadar otomobil konvoyu ile götürülüyor.
En ağır suçu bile işleseniz toplumun bir bölümü bunu normal karşılayabiliyor.
İşte memleketimizin sosyologları ve psikologları için güzel bir araştırma konusu!