ÖNCELERİ adına kısaca ‘Kızıl Elma Koalisyonu’ deyip geçiyorduk.
Pokerdeki ‘beş benzemez’in siyasi alandaki karşılığı gibiydiler.
Eski Maocular, eski kafatasçılar, eski ‘Türk-İslam’ sentezcileri, ‘gardırop’ Atatürkçüleri.
İçlerinde ne ararsan vardı.
Sonraları bunlara bir türlü gerçek anlamda sosyal demokrat bir muhalefet geliştirmeyi başaramayan CHP yönetimi de eklendi.
Ve bu deyimi onlar için ilk kez kim kullandı bilmiyorum ama birdenbire ‘ulusalcı’ oldular.
Onlar ‘ulusalcı’ olunca biz ne oluyoruz diye düşündüm, bir karşılık bulmakta zorlandım.
Genel siyasi tutumlarına göre tanımlayacak olursak ‘ulusalcı’ olmak; Avrupa Birliği’ne karşı olmak, demokratik hakların gelişmesine karşı olmak, insan haklarının iyileştirilmesine karşı olmak, Kıbrıs’ta çözüme karşı olmak, kısacası ‘çağdaş uygarlığın bir parçası olmaya’ karşı çıkmak şeklinde tezahür ediyor.
Dikkat ettiğiniz gibi kendisini ne olduğuyla değil, neye karşı olduğuyla tarif etmeye çalışan bir siyasi akım bu.
Öte yandan, ‘ulusalcı olmak’ her şeyden önce ‘ulusun çıkarlarını savurmak’ anlamına da geliyor olmalı.
Peki Türk ulusunun çıkarı nerede?
Atatürk’ün de Cumhuriyet kurulurken hedef gösterdiği gibi çağdaş Batı uygarlığının bir parçası olmakta değil mi?
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının da gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlarla aynı haklarasahip olmalarında değil mi?
Türk ulusunun çıkarı gelişmiş bir Batı demokrasisinde yaşamak mı, az gelişmiş ve tecrit edilmiş bir üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mı?
AKP’ye muhalefet etmekle, Türkiye’nin büyük medeniyet projesine karşı çıkmayı karıştırmakta mı?
Bunlardan söz ederken artık ‘ulusalcı’ tanımlamasını kullanmamak gerekiyor diye düşünüyorum.
Ulusun temel çıkarlarını hiçe sayan bir siyasi görüş ‘ulusalcı’ olabilir mi?
Mona Lisa’nın sınavı
AVRUPA Birliği ile tam üyelik müzakerelerinin açılmasından sonra bunun neden ‘bu kadar büyütüldüğünü’ soranlar için ilginç olur diye düşündüğüm bir fıkra var bugün:
İki kadın Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa tablosu önünde durmuş, konuşuyorlarmış.
Tombul olanı ‘Bu resmin nesini beğeniyorlar, hiç anlamıyorum’ demiş.
Sıska olanı ‘Çok haklısın’ diye yanıtlamış, ‘Bu resmin neden bu kadar şişirildiğini anlamak mümkün değil.’
Kadınlar bu sohbetlerine devam ederlerken müze görevlisi yanlarına yaklaşmış.
‘Hanımlar’ demiş, ‘Mona Lisa zamana karşı sınavını verdi, yılların sınavından geçti. Şu anda o değil, siz sınanıyorsunuz aslında.’
Fıkrayı Celál Üster’den aktardım: Aldoux Huxley’nin Mona Lisa Tebessümü isimli kitabına yazdığı önsözden.
İngilizler çaydan ne anlar!
BİR İngiliz dergisinin yaptığı ve 50 bin yetişkin İngilizin katıldığı ankette ‘Dünyanın en kötü çay demleyen beşinci ülkesi seçildiğimizi’ aktarmış ve görüşlerinizi sormuştum.
Birçok okuyucumuz İngilizlerin bu yargısına katılıyor.
Genel görüş, lokanta ve kahvehanelerde saatlerce kaynayıp kararan çayların bu sonuca yol açtığı şeklinde.
‘Uzman’ okuyucular ise sorunun devletin ‘çay politikasından’ kaynaklandığını düşünüyorlar.
İyi bir çay elde etmek için çay bitkisinin en üstteki ‘iki buçuk yaprağının’ hasat edilmesi gerekirmiş.
Bizde ise ‘destekleme politikası’ nedeniyle ürünün kalitesini düşüren yaprakların da hasat edildiği uzmanlarca dile getiriliyor.
Bir okuyucumuz, bir çay üreticisinin reklamında bile ‘dört buçuk yaprak’ göründüğünü hatırlatıyor.
Anket sonuçlarına itiraz eden okuyucularımız ise ‘çaylarına süt koyan’ bir ulusun değerlendirmesini ciddiye almamak gerektiği kanısındalar.
Anketin ‘poşet çaylar’la ilgili olduğuna dikkat çeken okuyucular ise ‘Poşetle çay içenler çaydan ne anlar’ görüşündeler.
Ünlü bir yazarımız (iznini almadığım için adını veremedim) dünyanın en iyi çaylarının Rusya ve Türkiye’de demlendiğinde ısrarlı.
Benim kişisel Darjeeling tercihimi beğenmeyen okuyucular ise bir de ‘Tomurcuk’ denememi öneriyorlar.
Kısacası, bu konuda da ‘yüz çiçek açtı, bin fikir yeşerdi’!