Biz hangi bayramı kutladık?

BAYRAMIN birinci günü bu köşeye koyduğum küçük bir not ile okuyucularımın "Şeker Bayramını" kutladığımı belirtmiştim.

İki gündür de e-posta kutumda bu bayramın adının Şeker Bayramı değil, Ramazan Bayramı olduğuna ilişkin mektuplar okuyorum.

Önemli bölümü, ülkemizin aşırı dinci kesimlerinde sıkça görülen ağzı bozuk insanların yazdığı küfürnameler.

Küfür etmeyenler de alay ediyorlar, "Şekercilerin bayramı mı var" diye.

Bazılarına göre ise ben Ramazan Bayramı’na Şeker Bayramı diyerek, dinibütün insanlara hakaret etmişim.

Belli oluyor ki hepimizi birleştirmesi gereken bir bayram günü, belli bir çevrenin elinde yeni bir ayrışmanın vesilesi haline getirilmek isteniyor.

Hicri Kamer yılının onuncu ayı olan Şevval’in ilk üç günü boyunca, dokuzuncu ay olan ve Müslümanların oruç tutarak geçirdiği Ramazan’ın bitişi nedeniyle bayram yapıyoruz.

Araplar bu bayrama "id el-fitr" diyorlar. Bazı kaynaklarda, ramazanın bitimiyle birlikte yapılan ilk kahvaltıya istinaden bu adın verildiğini anlatılıyor. Bayramın ilk günü güneşin doğuşundan itibaren verilmesi "vacip" olan "sadaka-i fidr" ile de ilgili olabilir bu isim.

Malezya’da Hari Raya ya da Aidl Fitri, Endonezya’da ise İdul Fitri veya Lebaran deniliyor. Bengalliler ise Shemai Eid adını uygun görmüşler.

Bizde ise bu bayram Ramazan Bayramı ya da Şeker Bayramı olarak isimlendiriliyor.

Şeker Bayramı adının ne zaman kullanılmaya başlandığına ilişkin bir bilgi yok, ancak bu bayramda Türklerin şeker ikram etme ádetinin varlığının buna yol açtığı tahmin ediliyor.

Türklerin, önemli günlerinde tatlı ikram etme ve yeme alışkanlıklarından kaynaklanan bir durum olmalı bu.

Bayramın nasıl isimlendirileceği ile ilgili dini bir emre rastlamadım. Kaldı ki böyle olsaydı herhalde İslami geleneğe uyarak Araplar gibi "id el-fitr" dememiz gerekecekti, Ramazan Bayramı değil.

Geçmiş "Şeker Bayramınızı" bir kez daha kutluyorum!

Tecrit olmak istemiyorsak

ERMENİ Soykırımı iddialarını, bir yasa ya da meclis kararı çıkararak kabul eden ülkelerin arasına ABD’nin de gireceğinin belli olmasından sonra, bu ülkeye ciddi yaptırımlar uygulanması konusu tartışılıyor.

Bugüne kadar 20’den fazla ülkenin bu tür tasarıları kabul ettiğini biliyoruz. Ve tepkimiz sadece ilk anın kızgınlığı ile hareket edip "yaptırımlar" uygulamak. Ancak bunun bugüne kadar hiçbir işe yaramadığını da göremiyoruz, bir yaptırım uygulayamadığımızı da!

Ermeni diasporasının ne yapmak istediği bir sır değil. Soykırımın 100. yılı olduğunu iddia ettikleri 2015’e kadar bütün dünya parlamentolarından böyle bir karar çıkarmak.

Çalışma hızlarına ve isteklerine bakarsanız, bunu gerçekleştirme olasılıkları da hiç az değil.

Buna karşı bizim tek yapabildiğimiz ise "yaptırımlar uygulamakla tehdit etmek".

Bu konuda söylediklerimizi yapabilirsek 2015 yılında şöyle bir tablo ile karşılaşmamız kaçınılmaz: Ermeniler ile ilgili meselelerinden dolayı dünyada tek başına kalmış, tecrit edilmiş bir Türkiye.

Bugüne kadar bu konuda izlediğimiz politikanın gösterdiği bu. Ve eğer, bu girişimlerle bugüne kadar mücadele ettiğimiz yöntemi değiştirmez isek hep aynı sonucu almamız da sürpriz olmamalı.

Bu kaçınılmaz sonuçtan kurtulmanın tek yolu, yeni bir yöntem bulmak.

Ve bunun için öncelikle yapılması gereken şey, dünya ölçeğinde çok kapsamlı bir halkla ilişkiler faaliyeti yürütmek.

Ermeni iddialarının böyle yaygınlaşmasının tek nedeni bunu iyi başarıyor olmaları. İyi başarıyorlar, çünkü bu konuda tek başlarına at koşturma olanağını onlara biz veriyoruz.

Bir tehdit değerlendirmesi!

OZAN Arif ve İsmail Türüt, yazar Perihan Mağden hakkında tazminat davası açtılar.

Hatırlayacaksınız, Ozan Arif’in yazdığı ve Türüt’ün seslendirdiği bir şarkının, Hrant Dink cinayeti zanlılarına övgülerde bulunması çok konuşuldu yakın geçmişte.

Perihan Mağden de bunu eştiren bir yazı yazmış. Davacılar, kendilerine hakaret edildiğini ileri sürüyorlar. Bununla ilgili kararı elbette mahkeme verecek, bu konuda bizlere bir şey söylemek düşmez.

Benim ilgimi çeken şey dava dilekçesinde, davacıların sol terör örgütlerinin hedefi haline getirildikleri ile ilgili sözler.

Bundan yakınanların, yazdıkları şiirlerde, söyledikleri şarkılarda başka insanları "sağ terör örgütlerinin hedefi haline getirmeme" konusuna özen göstermeleri de gerekirdi diye düşünüyorum.

Objektif bir tehdit değerlendirmesi yapmak gerekirse, ülkemizde uzunca bir süredir kendisinde "görev vehmeden" bazı kişilerin, kendileri gibi düşünmeyenleri öldürmeye daha çok eğilimli oldukları bir gerçek.

Hrant Dink, Rahip Santoro cinayetleriyle, Malatya’daki bir kitapevinde gerçekleştirilen Hıristiyan katliamı bize bunu anlatıyor.
Yazarın Tüm Yazıları