Paylaş
Bir ibadeti yerine getirdiği için huzur içinde oruçlarını açıp dualarını edecek insanlara verdiği mesajların ne bu ayın anlamıyla ne de oruç ibadetinin gerekleriyle ilgisi var.
Her konuşması öfkeyle dolu, ayrımcı, huzur bozucu!
Aklına estikçe “Ben herkesin başbakanıyım” diyor ama iftar sohbetlerinde dilinden “biz” ve “onlar” kelimeleri düşmüyor.
Sanki iki ayrı Türkiye var: Birisi Başbakan’ın “biz” diye tanımladığı kişilerden oluşuyor, ötekisi “onlar” diye tanımladığı kişilerden.
Sözleri “biz” diye tanımladığı kişiler ile “onlar” diye tanımladığı kişiler arasında nefret ve düşmanlık yaratmaya yönelik.
Bunu üstelik bir iftar sofrasında yapıyor.
Geçen gün de imam hatip mezunlarını bir araya getiren derneğin iftarında, “biz” diye tanımladığı kişileri, demokratik protesto hakkını, tencere–tava çalarak barışçı bir şekilde kullanan insanları savcılıklara şikâyet etmeye çağırdı.
“Yargıda onlar mücadele etsin. Yıllarca biz mücadele ettik. Şimdi onlar mücadele etsin. Yargıda hakkımızı arayacağız. Hakkınızı, hakkımızı aramadığımız sürece daha boynumuzda çok boza pişirirler” dedi.
Bu çağrısı başarıya ulaşırsa Türkiye’nin bir yarısı, diğer yarısıyla mahkemelik olacakmış, umurunda bile değil.
“Onların” hapislerde sürünmesini istiyor, bunun için komşular arasında nifak sokmak da dahil her yolu kullanmaya da hevesli.
Bir işe yaramayacağını biliyorum ama yine de söyleyeyim:
Bari bu ramazan ayında insanlara biraz huzur ver, ne söyleyeceksen içinde tut, bayramdan sonra söyle!
Ayrımcılık tohumlarının doğal sonucu
BAŞBAKAN’ın halkın arasına ekmeye çalıştığı ayrımcılık tohumlarının tamamen işe yaramadığı da söylenemez.
Bu mesajları kendi tabanındaki bazı kişileri etkiliyor, kendilerinden farklı olana karşı nefret hisleriyle hareket etmelerine neden oluyor.
Dün Mehmet Tezkan, Milliyet’te yazdı.
Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, Eskişehir–Ankara treninde bir yabancı gazeteciyle telefonda Gezi protestolarıyla ilgili olarak konuşurken, türbanlı bir genç kadın yerinden kalkıp Feyzioğlu’nun önündeki bir koltuğa oturarak, bir süre telefon konuşmasını dinlemiş.
Sonra da aniden ayağa kalkıp “Yalan söylüyorsun, bunları söyleyeceksen bizim yaptığımız trene binme” diye bağırmış!
Kadın daha sonra da bunu internet sitesine yazmış, yandaş medya da bunu haber haline getirmiş: “Türbanlı kadını trende linç edeceklerdi” diyerekten!
Belli ki kadın bir provokatör, cinsel fantezilerle süslü “Türbanlıyı linç ettiler” haberlerinin fos olduğu ortaya çıkınca yenisini deniyor!
Çok ucuz ve Feyzioğlu’nun kişiliği nedeniyle de inandırıcı olmaktan uzak bir plan tabii ama kadının sözlerindeki “Bizim yaptığımız trene binme” sözlerine dikkatinizi çekmek istiyorum!
Ne demek “bizim yaptığımız tren”?
Yapıldıysa herkesin ödediği vergilerle yapıldı, yapımının AKP iktidarına rastlamış olması neyi değiştirir?
Elbette iyi ve doğru hizmetler vatandaş nezdinde değerini bulur, bunu yapana oy olarak geri döner, burası başka bir mesele.
Bir hizmeti beğeniyorsak (ki benim beğendiğim çok sayıda hizmet var ve yapanları takdir de ediyorum her seferinde) karşı fikirlere sahip olma hakkımızdan vaz mı geçmeliyiz?
Ve o genç kadına şunu da hatırlatmak istiyorum ki eğer günün birinde başka milletlere ve dinlere mensup insanlar “Bizi beğenmiyorsan bizim yaptıklarımızı kullanma” derlerse, korkarım bu ülkede taş devrine geri dönmemiz de en fazla iki yılımızı alır!
Irkçılık üzerine az dini sos!
KIZILAY Başkanı Ahmet Lütfi Akar, “milli kandan helal ilaç üretimi” tesisi kuracakmış.
Böylece hem tasarruf edeceğiz, hem de Müslüman Türk milletinin kanının, domuz yiyen ülkelerin vatandaşlarından elde edilen kanla üretilen ilaçlar nedeniyle bozulmasını önleyeceğiz!
“Bu adam da kimdir” diye baktım, Kızılay’ın internet sitesinde kendisinden şöyle bahsediliyor:
“Evli ve bir çocuk babası olan Türk Kızılayı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar, dostları tarafından ‘sağduyunun sesi’ olarak anılıyor.”
Demek ki siyasal İslamcının en sağduyulusu bile böyle olabiliyormuş! Bir de sağduyulu olmasa neler olacak, varın siz düşünün.
Başkan şöyle diyor: “İthal ettiğimiz yerlerdeki insanların beslenme alışkanlıkları farklı. Müslüman bir millet olduğumuz için biz genelde domuz eti yemiyoruz. Mahzurlu gıda tüketmiyoruz, ancak ithal ettiğimiz kanlarda bu söylediğimiz gıdalar mevcut.”
Neyse, bu saçmalık üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok. Söylediğinin ne bilimle ilgisi var, ne insanlıkla, ne de başka bir iyi hassasiyetle.
Irkçılığın en adisi böyle başlar zaten, üzerine biraz da din sosu dökülmüş sadece.
Sırası gelmişken Kadir Topbaş’a, YÖK Başkanı’na sorayım yine:
Yıldız Teknik Üniversitesi’nin ırkçı profesörü için nasıl bir işlem yapıldı? Bu adam İstanbul halkının vergileriyle danışmanlık ücreti almaya devam edecek mi? Ermeni vatandaşlarımıza belediyenin bir özür borcu yok mu?
Spor Bakanı ve GSGM’yi de unutmayalım:
Irkçı güreşçinin cezalandırılması için mutlaka uluslararası federasyona şikâyet edilmesi mi gerekiyor?
Paylaş