Paylaş
“Ağzına biber sürülse caizdir” dedi.
Başbakan’ın partideki yardımcısı Hüseyin Çelik de aynı konuda konuştu.
“İki sokak serserisinin kavga ederken bile birbirine söylemeyeceği sözleri, bir ana muhalefet partisinin lideri nasıl söyleyebilir” diye sordu.
Politikacıların konuşmalarına dikkat etmeleri gerektiğini, argo sözler kullanmamalarının şart olduğunu bu köşede çok yazdım.
Tesadüfe bakın ki bu yazılarıma ilham kaynağı olanlardan ikisi, şimdi bir başka politikacının argo sözler söylemesini eleştiriyor!
Mesela Arınç, hafızalarımızda “Şeyini şey ettiğimin şeyi” sözleriyle yer etti. Bir Hollandalı politikacıya “Hırt” dedi.
Çelik, Devlet Bahçeli için “Kuluçkaya yatmış” benzetmesini yaptı.
Örnekleri arttırabilmek mümkün, ama sütunu gereksiz yere argo sözlerle doldurmama gerek yok ve sorun da sadece bu iki siyasetçi için geçerli değil.
Argo sözlerle siyaset yapmak, karşısındakine yanıt yetiştirmek günümüz siyasetinin bir parçası oldu ve bu işin liderliğini de Başbakan yapıyor.
Üslubuna “Kasımpaşalı samimiyeti” diyorlar ama bu düzeyde siyaset yapan insanlara yakışmayan tutumlar bunlar.
Ve değil biber sürerek, biber gazı bile sıkarak bu durumdan kurtulabilmemiz zor görünüyor.
Allah ıslah etsin demekten başka çaremiz de yok gibi.
Bir polis devleti uygulaması daha
İZMİR’de 5. İktisat Kongresi nedeniyle protesto gösterisi yapmaya hazırlandıkları gerekçesiyle 35 kişi gözaltına alındı.
Haberlere göre gözaltına alınan 35 kişinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto etmeye hazırlandıkları istihbar edilmiş!
Bunun üzerine sokakta topluca yürümekte olan 35 kişi, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet suçlamasıyla gözaltına alınmış.
Böylece “paket paket ilerleyen” demokrasimizde, yürüyüşlerinden şüphelenilen vatandaşların da paketlenip gözaltına alındığına tanıklık etmiş oluyoruz.
Protesto gösterisi yapma hakkı Anayasamız tarafından tanımlanmış bir hak.
Aynı zamanda tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de bu hakkı garanti altına alıyor.
İzmir’deki uygulama bir hukuk devletinde değil, polis devletinde yaşadığımızı ortaya koyuyor.
Anayasal haklar, polisin keyfi kararlarıyla askıya alınabiliyor, hatta insanlar gözaltına alınarak özgürlükleri de kısıtlanıyor.
Hatırlayacaksınız hükümet, bir ay kadar önce kanunda da bu konuda bir değişiklik yapmayı planlıyordu.
Polise “önleyici gözaltı yetkisi” verilecek, bunun için savcının ya da yargıcın izni de aranmayacaktı.
Ortaya çıkıyor ki uygulamaya, kanunun çıkarılmasından önce başlanmış.
Köşk’te bir sanık!
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün verdiği 29 Ekim davetinin görüntülerini televizyonlardan izlerken ilginç bir kişilikle karşılaştım.
Sadece ben rastladım zannediyordum, sonra baktım bazı okuyucular da fark etmişler, böylece gördüğümden iyice emin oldum.
Köşke davet edilip Cumhurbaşkanı ile el sıkışanlardan biri de Zahid Akman idi.
Alman mahkemesinin “Yüzyılın dolandırıcılığı” olarak tanımladığı davanın Türkiye uzantısının baş sanıklarından biri olur kendisi.
Almanya’dan toplanan bağış paralarını bavullar ile Türkiye’ye taşıdığı, burada amaç dışı işlerde kullandırdığı iddia edilen şahıs!
Kendisi şu anda Almanya’ya filan gidemiyor ama Çankaya’ya davet edilmiş.
Hatırlayacaksınız, Deniz Feneri’ni soruşturan savcılar daha sonra görevden alınmışlardı.
Davaya sonradan atanan savcılar da “suç vasfını” değiştiren bir iddianame yazıp sanıkların bu işten paçayı kurtarabilmelerinin yolunu açmıştı.
Dava nasıl gelişiyor, duruşmalarda neler oluyor, bilemiyoruz. Her gazetenin adliye muhabiri var ama bununla ilgili herhangi bir haber yayımlandığını da göremiyoruz.
Çünkü Başbakan Deniz Feneri haberlerine çok sinirleniyor, medyaya karşı açtığı ilk savaşın nedeni Almanya’daki Deniz Feneri duruşmalarıyla ilgili haberlerin yayımlanmasıydı, hatırlayacaksınız.
Eski savcılar, bu sanıkların bir “hırsızlar imparatoru” tarafından korunduğunu söylemişlerdi.
Belli ki koruma en üst düzeyde devam edebiliyor, Köşk’e davet bile ediliyorlar.
Paylaş