Paylaş
Kimseye bir zararı yok tabii, bu nedenle polis takibine alınmazsınız, telefonlarınız dinlenmez.
Çok genç bir yazar arkadaşım var, Ece Gamze Atıcı, “Nar” isimli ilk romanını ilk önce ben okumuştum, sonra yayınlandı, başka insanlar da okudu.
Ece’nin yeni romanı “Adem Aynası” (İthaki Yayınları) geçtiğimiz hafta yayınlandı. Romanın kahramanı, bir roman kahramanı!
Tuhaf bir cümle olduğunun farkındayım, bir roman kahramanının, bir roman kahramanı olmasından daha doğal ne olabilir ki? Ama bu kez durum farklı!
Romanın kahramanı Baki Yıldız, bir yazar tarafından “seri katil” olması için yaratılmış bir roman karakteri, ama o kendisinin gerçek bir insan olduğunu zannediyor.
Bırakın seri katil olmayı, bir karıncayı bile incitemeyecek bir karakter, adeta bir genç kız kalbine sahip, bizim Mustafa gibi.
Tembel bir yazar, romana başlıyor, sonra kaldırıp bir kenara atıyor (benim gibi yani) ama Baki’nin canının eylemsizlik nedeniyle ne kadar sıkıldığının farkına bile varamıyor.
Günün birinde Baki, televizyon karşısındaki bir kanepede oturarak geçirdiği hayatının sıkıntısı içinde yaşarken, birden beyaz ışıklar içinde uyanıyor. Tıpkı ölümün kıyısından dönen insanların gördüğüne benzer bir beyaz ışık!
Meğerse birisi müsveddeleri bulmuş, onu bilgisayarda
temize çekmiş, gördüğü beyaz ışık bundan kaynaklanıyor.
Romanın geri kalanını anlatmayacağım, Ece’yi sinirlendirmek işime gelmez, Yasemin’den biraz büyük ama o yaştaki küçük kızların sinirlenince cadılaşabileceklerini bilecek yaştayım!
Romanı okurken şunu düşündüm ki, hayatı roman gibi olanların, yani benim, sizin, karşı komşunun, Mustafa’nın, Cem’in, bakkal Ahmet’in, kasap Mesut’un da aslında hapsedildikleri romanın içinden çıkıp gidebilmeye ihtiyaçları var.
Evet, roman gibi bir hayat yaşamak şahane bir durum, hiç yaşamayabilirdik ve buna üzülebilirdik, ama şu kadar sayfanın içinde tıkılı kalmak da o kadar iyi bir şey sayılmaz.
Birisinin bizi kendisine bağlayıp, o hayatın içinden çekip çıkarmasını isterdik, istiyor ve bekliyoruz ama...
İşte o az önce yukarıda okuduğunuz “ama” yok mu, o her şeyi değiştiriyor. Altı üstü üç harf ve üstelik ikisi de aynı harf, fakat hayatımızın temel sorununu da o oluşturuyor.
Geçen gün Kanat ve Mustafa ile ayaküstü bir tek atarken ondan büyük iki ağabeyi olarak artık birisine “bağlanması” gerektiğini söyledik.
Birisine bağlanmak iyidir. Hayatının merkezine onu koymak, onu mutlu etmeye çalışmak, onun bakışlarında arada sırada da olsa derin bir sevginin izlerini görmek, sesindeki tınıdan onu neşelendirebildiğini anlamak iyidir.
Buna aşk diyorlar, ne isim verildiğinin ne önemi var ki?
Aşk veya başka bir şey, isteyen “davlumbaz” bile diyebilir. Önemli olan onu tanımlamak için kullandığımız kelimenin kendisi değil, o kelimenin bizim için ne ifade ettiğidir.
İnternetten taramaya üşendim ama Shakespeare mi yazmıştı, Cyrano de Bergerac mı söylemişti bilemeyeceğim, şöyle bir söz vardı: Gülün adı gül olmasa da mis gibi kokar!
Kelimeler üzerine çok şey yazabilirim, hayatta en sevdiğim şey de sözlüklerdir, onun için lafı uzatmayacağım, “bağlanmak” öğüdüne geri dönmek zorundayım, editörlerim Ayça ve Doğaner, lafı fazla uzattığımda sıkıntıya giriyorlar, sonuç olarak bu gazetenin boyu 53 santim, benim köşem de nihayetinde iki sütun!
Birisine, bir şeye bağlanıyorsanız, sonunda çözülmenizin gerekebileceğini, çözülmenizin istenebileceğini, çözülmek isteyebileceğinizi de hesaba katmalısınız.
O ayaküstü muhabbetin sonunda eve dönerken ve tabletimde Tottenham–Chelsea maçı oynarken bunu düşündüm. Bu yüzden Chelsea’den bir de saçma gol yedim ama önemi yok, yenildiğimi anladığımda tableti kapatıyorum, sonra açtığımda maç yeniden başlıyor!
Bu da hoşuma gidiyor, keşke hayatım da böyle olabilseydi, istemediğim bir durum ile karşılaştığımda hayatımı kapatabilip, açtığımda yeniden başlayabilseydim, ne kadar iyi olurdu!
Yine uzattım, farkındayım, kusura bakmayın!
Şunu fark ettim ki birçok insan, ben de dahil, aslında “bağlanmaktan” değil, “çözülmekten” korkuyor.
Çünkü birisine bağlanmak şahane bir şey! Onu düşünüyor, onu yaşıyorsunuz. Hayatınızın ağırlık merkezini o oluşturuyor, o merkezin çekim gücüne bağlı olarak bir sarkaç gibi bir sağa, bir sola sallanıyorsunuz. Yaşadığınızı hissediyorsunuz, içinizde havai fişekler patlıyor, sol memenizin altındaki yuvarlak kas grubunun patada kütede çarptığını hissediyorsunuz. Onu düşünerek uyuyor, rüyanızda onu görüyor, onunla uyanıyorsunuz.
Kim bunu istemez ki, kendisine eziyet etmekten hoşlananlar dışında?
Ama “çözülmek” yok mu? İşte en beteri de budur. Hele de çözülmeyi siz istememişseniz!
Hayat bir karabasana dönüşür, onunla “bağlıyken” yapmaktan zevk aldığınız her şey, “çözülünce” bir işkence olur.
Beraber gidilen yerler, birlikte yenilen yemekler, kucak kucağa seyredilen filmler, bir yol lokantasındaki kuru fasulyenin kokusu!
Hepsi bir cımbız olur, ince ince etinizi ve ruhunuzu çeker!
Uyku kalmaz, huzur zaten yoktur, bütün hayatınız bir alkali diyet öğününe dönüşür: Ilık suya limon sık, kabağı çiğ ye, mortadelladan uzak dur, şarap istersen Recep Bey başına dikilir!
Onun için “çözülmeyi” sevmem ama “bağlanınca” bazen çözülmek sizin kararınız olmayabiliyor.
O zaman bir şarkı tutturursunuz: “Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem / Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir / Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem / Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir”.
Bu şarkıyı severim. Tam da bu yüzden!
Paylaş