YOLUNDA gitmeyen işler nedeniyle gazetecileri "sorumsuzlukla" suçlamak bizde genel kabul gören bir davranış.
Dün Hürriyet’te Vahap Munyar, bazı işadamlarının "medyanın kuş gribini fazla abarttığını" düşündüklerini yazdı. "Fazla abartıldığı" söylenen şey 13 ilde 24 merkezde kuş gribinin görülmesi, 10’dan fazla vatandaşımızın hastalanması ve 4’ünün de yaşamınıbu nedenle kaybetmesidir.
Bu düşünce büyük ölçüde gazetelerin çalışma düzeninin yeterince bilinmiyor olmasından kaynaklanıyor.
Kuş gribi çıktığından beri Hürriyet yazı işlerinin ve haber kadrolarının bu konuda nasıl titizlendiklerini iyi bilenlerden biriyim. Haberin sayfanın neresine konulacağından tutun da başlığının hangi tonda olacağına kadar her ayrıntısının tartışıldığını söylemeliyim.
Sadece bu değil: Kuş gribinin ülkenin genel ekonomisini nasıl etkileyebileceğini de tartıştık. Yayınlarımızda amaç, bir panik havası yaratmaktan daha çok halkı bu tehlikeye karşı uyarmaktı.
Gazetelerde yayımlanan haberlerin ağırlığı, bu tehlikeyle nasıl mücadele edileceğine yönelikti.
Televizyon yayınlarında da "tavuk yakalama ve torbalara doldurup itlaf etme" sahnelerinin çok sık tekrarlanması dışında bir sorun görmedim.
Türk basınının kuş gribine yaklaşımıyla ilgili olarak bazı çevrelerde oluşan "yanılsama" ise Türkiye’nin artık demokrasiyi içine sindirmiş bir "açık toplum" haline gelmiş olmasından kaynaklanıyor. İran, Rusya, Çin gibi basının özgür olmadığı, devlet yetkililerinin halktan bilgi saklama gayretlerine basının da ortak olduğu ülkelerle karşılaştırma yapılıyor ve böyle bir izlenim doğuyor. "Deli dana" olayında İngiliz basınının yayınları ile karşılaştırdığımızda Türk basınının tavrını "sorumlu yayıncılık" olarak nitelemekte bir sakınca yoktur diye düşünüyorum.
Tarım ve Sağlık bakanlarının "kuş gribini gizlememe" politikalarının doğruluğu, Türkiye’de halkın bu konudaki bilinç düzeyinin yükselmesiyle de kanıtlanıyor.
Bu işte kanımca en büyük sorunumuz, kuşların göç yolu üzerinde Türkiye’den başka demokratik bir ülke olmaması.
Silah sesleri Almanya’dan duyulmuş!
İNTERNETTEKİ iletişim ağlarının en önemlilerinden birisi olan "Google", ülkelerle ilgili bir "önyargı" haritası hazırlatmış.
Küba denilince "caz müziği", Japonya için "teknoloji", İtalya için "makarna", Almanlar için "bira" akla geliyormuş.
Araştırmada Türkiye’nin karşısında yazılı olan ise şu: "Silah kullanma."
Bunun haksız bir "önyargı" olmadığını düşünüyorum.
Belli ki düğünlerde, maçlardan sonraki eğlencelerde ve hatta yılbaşı kutlamalarında sıkılan silahların sesleri, araştırmanın yapıldığı Almanya’dan bile duyulmuş.
Ülkemizdeki "silah sevdası" ile yeterince mücadele edilmediğini yazmıştım geçenlerde.
Bu mücadele hafife alınmaya devam edildiği sürece Türkiye ve Türkler hakkında böyle bir yargının devam etmesi kaçınılmaz görünüyor.
Söz silah ticaretinden açılmışken bir başka sorunumuza dikkat çekmek istiyorum. Türkiye’ye "resmi yoldan giren" silahlar bunlar. Yurtdışında çeşitli kademelerde görev yapan devlet memurlarının önemli bölümü, yurda dönüşlerinde "silah getirme haklarını" kullanıyorlar. Bu silahlar daha sonra silah bulundurma ya da taşıma ruhsatı olan kişilere satılıyor. Bu ticaret, yurda dönüşlerinde gelirleri azalan memurlar için bir tür geçim kapısı haline gelmiş bulunuyor.
Silah ruhsatlarının kolayca önüne gelene dağıtıldığı bir ülkede, bu tür bir ticarete izin vermek, tehlikeyi büyüten bir faktördür diye düşünüyorum.
Çeklerden şikáyet var
ÖNCEKİ gün, Kurban Bayramı’nda Prag’daki bazı mağazaların vitrinlerine Türkçe olarak "Kurban Bayramınızı kutluyoruz" şeklinde afişlerin asıldığını yazmış, bunu Çeklerin bir inceliği olarak nitelemiştim.
İki gündür aldığım e-postaların yoğunluğuna bakılırsa "Çeklerin incelikleri" konusunda yanılmışım.
Birçok okuyucu Prag’da mağazalarda, otellerde, lokantalarda karşılaştıkları kötü muameleden yakınıyor.
Şikáyetlerdeki bu yoğunluk, yakın bir gelecekte Prag’ın Türk turistler için bir cazibe merkezi olma özelliğini kaybedeceğini düşündürttü bana.
Çek Cumhuriyeti’nin turizm yetkililerine duyurulur!