Paylaş
Hayatımda aldığım en unutulmaz hediye kızım Yasemin’den aldığım hediyedir. Neresinden baksanız üzerinden çeyrek yüzyıla yakın bir süre geçti ama hâlâ o günü hatırlayınca içimden bir mutluluk dalgası yükseliyor, yüzümde bir tebessüm beliriyor.
Kız kardeşim Feryal Pere
ve babam Asım Yılmaz’la...
Antalya, 1976.
O yıllarda alışveriş merkezi olarak sadece Galleria vardı, bugün Akmerkez’in olduğu arsada acemi şoförler otomobil kullanmayı öğreniyordu. Annesi, Yasemin’i Galleria’ya götürmüş. “Babana hediye al” diye...
Bebeklikten yeni çıkmış bir kız çocuğuna “Babanın en çok hoşuna gideceğini düşündüğün şeyi al” talimatı verilince, ne alır?
‘Barbie Denize Gidiyor’ tabii...
Büyük bir kutunun içinde bir Barbie bebek, denizden çıkınca saçını tarasın diye saç fırçası, değişik mayolar, pareolar, terlikler ve üstü açık bir spor otomobil!
Hediyem böyle bir setti.
Paketi açtım, şaşırdığımı belli etmeden teşekkür ettim, sarıldım, öptüm ve bir kenara koydum, “Sonra oynarım” diyerek.
Biraz sonra yanıma geldi. Kucağıma çıktı, “Sen şimdi oynamayacaksan, ben biraz oynayabilir miyim” diye en tatlı sesiyle sordu. O günden beri o anı ne zaman hatırlasam içimde bir neşe fırtınası kopuyor.
Kızımın bana ilk Babalar Günü hediyesi bir Barbie bebekti.
Bütün hayatımı değiştiren hediyeyiyse babamdan aldım.
O hediyeyi almamış olsaydım, bambaşka bir hayat çizgim mi olurdu? Kimse bilemez tabii. Ama ben “Öyle olmasaydı, böyle olmazdı” diye düşünüyorum.
İlkokul beşe yeni geçmiştim. İş için Ankara’ya yaptığı yolculuklardan birinden dönerken bir koli kitap getirmişti.
İçinde Nobel’li yazarların kitapları da vardı, benim yaşımdaki bir erkek çocuğun hayal dünyasını geliştirecek ‘Kâşifler ve İcatlar Ansiklopedisi’ gibi eserler de!
Artık babam yok. 21 yıl oldu vedalaşalı.
Bir Fransız atasözü: “Babanın geçtiği yollardan, çocuk daha kolay geçer.”
Hayatım boyunca hep böyle oldu.
Babamın kan çanağına dönmüş gözlerle sabaha kadar hesap makinesinin başında, akşama kadar da Antalya’nın cehennem sıcağında inşaat tepelerinde koşarak açtığı yoldan ilerledim.
Hep onun gibi olmak istedim.
Çalışmanın en zor durumlarda bile tek kurtarıcı olduğunu, halinden şikâyet etmemeyi, en umutsuz durumlarda bile gülecek bir şeyler bularak hayatı kolaylaştırmayı ondan öğrendim.
Tüm çocukları sevdim, bizlere bıraktığı mirasın en büyük bölümü sanırım bu oldu.
Sokakta ağlayan bir çocuk gördüğünde, tanıyormuş, tanımıyormuş hiç fark etmez, çocuğun anne ya da babasına çıkışırdı: “Çocuğu ağlatmayın” diye!
Kardeşlerim ve ben babamızdan ne kötü bir söz işittik ne de yaptığımız hatalar karşısında bir tek fiske yedik.
Sanırım bu yüzden babalarından korkan arkadaşlarımı çocukken hiç anlayamadım.
Biz her zaman babamın en önemli işi olduk.
Bizi Fenerbahçe’nin maçlarına götürmek için ta Mardin’den, o zamanın şartları altında günlerce süren otomobil yolculuklarıyla gelişini hiç unutmadım.
Bugün kendi çocuğumun ihtiyaçlarını en önemli işimden daha çok önemsiyorsam, bu onun sayesindedir.
Jackson Brown Jr.’ın ‘Şu Hayatta Neler Öğrendik Neler’ isimli kitabında şöyle bir söz var: “Çocuklar güvencede olduklarını, sevildiklerini ve istendiklerini hissediyorlarsa, başarılı bir anne ya da baba sayılabilirsiniz.”
Bugün belki biraz aşırı sayılabilecek olan kendine güven duygumu buna borçluyum.
Hayatım boyunca attığım her yanlış adımda yanımda oldu.
Eleştirmek, kızmak yerine kendi gücüme güvenirsem en doğrusunu yapabileceğimi öğrenmemi sağladı.
Çok küçük olduğumu öne sürerek beni yatılı okula göndermek istemeyen annemi onun suç ortaklığı sayesinde alt etmeyi başardım. Koliden çıkan kitaplardan biri de Rıfat Ilgaz’ın ‘Hababam Sınıfı’ idi ve bütün yatılı okulların öyle olduğunu zannediyordum.
Bugünkü başına buyruk ve çevremdekilere dünyayı kendi etrafımda dönüyor zannettiğimi düşündürten tavırlarımın altında sanıyorum o yatılı okulun büyük etkisi oldu.
Ve nihayet beni ben yapan bir dünya görüşüne sahip olmamı da babama borçluyum.
Dünyanın ve ülkenin başka yerlerinde, başka insanlar da olduğunu, bir kısmının çok güç şartlar altında yaşadığını ve bunu düzeltmenin mümkün olabileceğini ondan öğrendim.
Biz çocukken Afrika’da, Biafra diye bir yerde açlık vardı.
Tabakta biraz pilav mı bıraktık? Babam ‘Facit’ hesap makinesini önüne çeker, tabaktaki pirincin kaç gram olduğundan başlar, “Türkiye’deki şu kadar çocuk, bu kadar pirinci çöpe atarsa, o pirinçle Biafra’da kaç çocuk açlıktan ölmekten kurtulur” hesabı yapardı.
Bir ara oradaki açlıktan kardeşlerimle kendimizi sorumlu tutar gibi de olmuştuk ama öğrenmiştik ki başka bazı insanlar için hayat bizim yaşadığımız kadar kolay değil. Ve onlar için bir şeyler yapabilecek durumdaysan, yapmalısın.
Biliyorum ki herkesin babası kendisi için çok değerlidir.
Kendi babamı anlatırken diğer babalara haksızlık etmek istemem, elbette onlar da kendi çocukları için yapabileceklerinin azamisini yapmaktan hiç çekinmemişlerdir.
Babamı kaybedeli 21 yıl oldu. Ölürken bile gülmeyi ihmal etmedi. Ölmeden bir gün önce, evde hasta yatağında yatarken ölü taklidi yapıp, evdekileri ayağa kaldırdıktan sonra “Ben ölünce ne yapacağınızı merak etmiştim” diye kahkaha atmıştı.
Artık bir melek olduğuna, dünyanın her yerindeki çocukları korumak için göklerde uçtuğuna inanmam için çok nedenim var!
Paylaş