Paylaş
“George şöyle demiş, Hans şöyle demiş, bizi ilgilendirmiyor. Allah ne demiş, o ilgilendiriyor. Parlamento kararı verdikten sonra Cumhurbaşkanı olarak ben onaylarım.”
Konuşmanın “parlamento-onay” konulu ikinci bölümü yeni bir şey değil.
Yenilik “Allah’ın idam konusunda ne dediği” ile ilgili.
Daha önceki konuşmalarında “Halkım isterse” diyordu, bu kez “Allah ne dediyse o” noktasında.
Bizim delik deşik olmuş Anayasamıza göre, Türkiye Cumhuriyeti laik hukuk devleti.
Yani dini inançlar, kutsal kitaplar hukukun çerçevesini oluşturmaz.
Günlük hayatımızı düzenleyen hukuk kuralları, eğer Allah’ın ne dediğine bakarak düzenleniyorsa, orada laik hukuk devletinden söz edilemez.
İdam konusunda Allah’ın dediği olacak ise ceza hukukunu ilgilendiren diğer konularda Allah’ın dediği neden geçerli olmuyor?
Merak ediyorum, ceza hukuku, Allah’ın emirlerine göre düzenlenecek ise medeni hukuk ve ticaret hukuku vs fani insanların kurduğu laik düzene göre mi işleyecek?
Ondan sonra gelsin çoklu evlilik, miras hukukunun değişmesi vs.
Demek ki Anayasa’nın orası burası delinmiş, bir anlamda rafa kaldırılmışken şimdi Anayasa’nın öngördüğü laik düzenin de işlevsiz hale gelmesiyle karşı karşıyayız.
Acaba Devlet Bahçeli, bu “fiili durum” için ne düşünüyor?
Bu fiili duruma da meşruiyet kazandırmak, laik Cumhuriyet’in mezarına son kürek toprağı da elleriyle atmak istemez mi?
SAVUNMANIN ADI ‘İNKÂRCILIK’ OLMUŞ!
CUMHURİYET gazetesinin yazar ve yöneticilerini tutuklayan hâkim, gazetenin Genel Yayın Müdürü Murat Sabuncu için ayrı bir gerekçe yazmıştı. 6 Kasım tarihli gazetelerde yayımlanan bu haberi bir kenara ayırmıştım.
Türkiye’nin “yeni bir hukuk düzenine geçeceğinin işaretleri” birer birer belirirken o haberi hatırladım.
Bakın saygıdeğer nöbetçi hâkim, Murat Sabuncu’nun tutuklanması ile ilgili kararda ne yazmış:
“Toplanacak delillerle şüpheliye atılı suçun niteliğinin değişmesi ile aleyhine olarak ağırlaşma ihtimalinin bulunduğu kanaatine varılmıştır. Şüphelinin soruşturma tutanaklarına yansıyan, sorguda da gözlemlenen savunma ve davranışlarıyla inkârcı tutumu, hâkimliğimizde serbest kalması halinde kaçacağı yolunda kuvvetli şüphe oluşturmuştur. Savunma ve davranışları hâkimliğimizde serbest kalması halinde delilleri yok edeceği, gizleyeceği veya değiştireceği, suçun mağduru ve tanıkları üzerinde baskı kurma girişiminde bulunacağı yolunda kuvvetli şüphe uyandırmıştır.”
Gördüğünüz gibi hâkim bey (belki de hanımdır, kusura bakmasın artık, ismi yazmıyordu haberde) daha ilk soruşturma evrakına bakınca, Sabuncu’nun suçlu olduğunu anladığı gibi suçunun ağırlaşabileceğini de görmüş.
“Uzak görüşlü” bir yargıcımız var belli ki, gerçi buna münafıklar “önyargılı” diyorlar ama olsun.
Karardaki bir cümleye dikkatinizi çekmek istiyorum.
Türkiye’de hukuk tarihi yazarları bu cümleyi bir kenara not edeceklerdir: “Zamanın ruhunun” yargılamaya ve adalete ne kadar etki ettiğinin bir örneği olarak!
Cümle şu: “(Sanığın) sorguda da gözlemlenen savunma ve davranışlarıyla inkârcı tutumu”.
Bu “inkârcı tutum” ilgimi çekti.
Savcı bazı suçlar isnat ediyor ve siz de diyorsunuz ki “Hayır ben yapmadım, ben değildim, benimle ilgisi yok” vs.
Bu “inkârcı tutum” sayılıyor olmalı.
İyi de sanığın o suçu işlediğini ispat etmesi gereken savcıdan başkası değil. Sanık tabii ki işlemediği bir suçu reddedecek. Buna inkâr mı denilir, savunma mı?
Artık belli ki üzerinize atılan suçu kabul etmek zorundasınız.
Kendinizi savunmaya çalışırsanız bu inkârcılık oluyor ve hapsi boyluyorsunuz!
Murat Sabuncu’nun başına geldiği gibi!
BU HESAP HÂLÂ AÇIKTA
TOLGA Şardan’ın Milliyet’te yayınlanan haberine göre, Fetullah Gülen, 2010 yılındaki KPSS için özel olarak talimat vermiş ve devlet içindeki örgütlenmesine hız vermiş.
“FETÖ’nün mahrem abileri” dosyasına göre, Fetullah Gülen, 2010’daki KPSS’de “mahrem abiler” ile birlikte ev abileri, il ve ilçe imamları ile örgütün asker, polis, MİT ve yargıdaki elemanlarının eşlerinin ve yakınlarının 2010 KPSS’ye girip devlette göreve başlamalarını istemiş.
Daha önce de defalarca yazdığım gibi KPSS soruşturması, hırsızlığın ortaya çıktığı günlerde adam gibi sürdürülseydi, 15 Temmuz’da darbe kalkışmasına girişen askerlerin büyük bölümü açığa çıkarılabilir ve ordudan atılırdı. Türkiye de 15 Temmuz belasını yaşamamış olurdu.
Peki bunun sorumlusu kim?
Bir görüşe göre, KPSS soruşturmasını yürüten savcı Fetullahçı olduğu için bilerek soruşturmayı uzattı, gerçeğin ortaya çıkmasını engelledi.
Bu görüşe katılamayacağım çünkü:
1– Zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, MİT Müsteşarı ve Emniyet Genel Müdürü’nü özel olarak görevlendirmiş, dosyanın önce kendisine getirilmesini istemişti. Dosya önce ona gitti.
2– Isparta’da yakalanan Baki Saçı, savcılık ifadesinde soruları Fetullahçıların kendisine verdiğini, aynı şekilde ALES ve YGS’de de kopya çekildiğini söylemişti.
Yani savcı Fetullahçı olsa da olmasa da zamanın Başbakanı, bu soruların Fetullahçılar tarafından, devlette örgütlenmek için çalındığını biliyordu.
O tarihte bu soruşturma, onun bilgisi ve onayı olmadan savsaklanamazdı.
Bu göz yummanın siyasi ve hukuki durumu da henüz belirsizlik içinde.
Paylaş