Mehmet Y. Yılmaz

Bitse de gitsek

27 Şubat 2017
FENERBAHÇE’nin Gaziantep’te ne yaptığını soracak olanlara anlatabileceğim bir pozisyon var:

Maçın 43. dakikasıydı, top İsmail Köybaşı’na doğru açıldı, o da soldan gitti, ceza sahasına kesti, Sow zıpladı, top üstünden geçti, boşa düştü ama ne gelen vardı, ne de giden. Defans topa rahatça sahip oldu, Sow eliyle arkasından gelmesini beklediği arkadaşlarına “hareketli olun” anlamında bir hareket yaptı.
Bundan üç dakika önce aynı hareket Ozan Tufan tarafından kendisine de yapılmıştı.

Fenerbahçe açısından maçın özeti buydu.

Herkes topun ayağına gelmesini bekliyor, Lens ve Alper hareketlenip, topla kat etmeyi başarabilirse bir şeyler oluyor, yapamazlarsa top geri dönüyor.
Kimse boşa çıkmıyor, kimse risk almıyor, kimse oyunun gidişini kestirip pozisyonunu değiştirmiyor.

Maç boyunca bunu bir kez yaptılar, Lens aldı, verdi, top Alper’e uzatıldı, o defansın arkasına doğru kesti, oraya koşan Lens golü attı.
Volkan’ın kaçırmasını artık normal karşıladığımız pozisyonlarının doğuşunda da aynı hareketlilik vardı.

Yazının Devamını Oku

Bisiklette gülmek mi, BMW’de ağlamak mı?

25 Şubat 2017
TELEVİZYONDAKİ evlilik programlarını doğrusunu isterseniz başından sonuna kadar hiç izlemedim ama sağ olsun arkadaşlar, benim çok güleceğimi düşündükleri bölümlerin bir–iki dakikalık videolarını bir yerlerden buluşturup yolluyorlar.

O videolardan “kaptığım” şeyler de var tabii. Mesela benim “emeklim” var, gereken yerlerde söyleyebiliyorum artık.

Geçenlerde gazetede okudum, RTÜK’e bu programları yasaklaması için vatandaşlardan binlerce şikâyet geliyormuş.

Televizyonun tek kanallı olduğu ve uzaktan kumandanın da bulunmadığı yılları biliyorum. O zaman çaresiz herkes aynı şeyi izlemek zorunda kalıyordu.

Ama şimdi televizyonda kaç kanal var, sayısını kestirmek bile zor. D Smart ya da beIn kutusu olanlar, açık kanalları beş kuruş ödemeden de izleyebiliyorlar. Kablo yayın alanlarda da durumun farklı olduğunu zannetmiyorum.

Ve bunun kadar önemlisi televizyonların artık “uzaktan kumandası” da var. Evlerde bir iktidar sembolü olarak, sözü en çok geçen şahsın yakınında duruyor.

Beğenmediğin bir program çıkınca yapman gereken tek hareket, kumandayı eline almak ve başparmağını birazcık oynatmak. Hop başka kanala. Beğendiğini bulana kadar bas dur. Niye şikâyet ediyorsun, zorla mı seyrettiriyorlar?

Bu tipler belli ki her şey istedikleri gibi olsun isteyen, herkesten kendini sorumlu zanneden tipler.

Toplumumuzda da başkasının yaptığına ettiğine karışma merakı genetik bir özellik de sayılır, belli ki şikâyetlerin temelinde esasen bu yatıyor.

Yazının Devamını Oku

‘Çok doğru olmayan’ işler bunlar

24 Şubat 2017
DEMOKRAT olmaktan başkaca bir “siyasi kusuru” olmayan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu gibi akademisyenlerin görevden çıkarılmaları ya da FETÖ’nün hapse attığı gazeteci Ahmet Şık’ın, FETÖ’cü olduğu iddiasıyla tutuklanması hakkındaki görüşü sorulunca, Başbakan Binali Yıldırım şu yanıtı verdi:

“Büyük olayda hatalar oluyor mudur, oluyordur. İntikam değil, adalet diye ilk gün söyledik. Kurunun yanında yaş da yanıyor olabilir.”

Başbakan, bunu düzeltmek için OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu kurulduğuna dikkat çekiyor.

“Şimdiye kadar yaptığımız, bu kararı verenler, verdikleri kararı tekrar inceliyor, ya kararını düzeltiyor ya da kararım doğru diyordu. Çok doğru bir iş değil ama başlangıçta başka yolumuz yoktu. Verdiği kararı hemen düzeltemez kimse. Bunun doğuracağı sonuçlar da olabilir. İdarede böyle bir şey çok arzu edilen bir durum değil” diyor.

Başbakan, “çok doğru olmadığını” kendisinin de ifade ettiği bu işlemler nedeniyle binlerce kişinin mağdur olduğunu, üniversitelerin kürsülerinin boşaldığını biliyor sanırım.

Ve kendisi esasen “doğru olanı” yapmak için o görevde.

“Çok doğru olmadığını” bildiği işlemlerin yapılmasına neden hâlâ izin veriyor, bunu merak ettim.

Başbakan, “Terör faaliyeti yapmadan bir kişi hakkında ‘Ben senin FETÖ’cü olduğundan endişe ediyorum’ diye işlem yapmak hukuk devletine yakışmaz” diyor. Miladı da getirip 17–25 Aralık’a koyuyor ki o tarihe kadar FETÖ’nün gelişmesi için kendi sorumlulukları sorgulanmasın.

Başbakan’a birkaç soru sormak istiyorum:

Yazının Devamını Oku

Uçtu uçtu kim uçtu

23 Şubat 2017
AKP sözcüleri ve bizzat Cumhurbaşkanı, başkanlık sistemi gelince Türkiye’nin ayaklarındaki bağlardan kurtulup uçacağını söylüyorlar.

Acaba öyle mi? Başkanlık sistemindeki ülkeler gerçekten her açıdan uçup gidiyorlar mı?

Doç. Dr. Alican Kaptı’nın bir makalesini okudum. Global Politika ve Strateji Düşünce Kuruluşu tarafından yayınlanan “Karşılaştırmalı Analizlerle Başkanlık Sistemi ve Türkiye” başlıklı rapor üzerine yazılmış bir makale bu.

Sistemleri, insani gelişmişlik, refah, ekonomik gelişmişlik, toplumsal gelişmişlik, iyi yönetim, eğitim, sağlık, bireysel özgürlükler, sosyal sermaye, güvenlik, hukukun üstünlüğü, demokrasi, yolsuzluk algısı, basın özgürlüğü ve istikrar endekslerine göre karşılaştırıyor.

Uluslararası kuruluşların hazırladığı endekslerden yararlanılarak yapılan bir çalışma bu.

Yazının Devamını Oku

Demokrasi mi otokrasi mi?

22 Şubat 2017
BAŞBAKAN Binali Yıldırım, “Cumhurbaşkanı partili olmaz diyorlar. Ama Başbakan partili. CHP’li belediye başkanları seçildikten sonra partisini bırakıyor mu” diye sordu.

Hayır, bırakmıyorlar çünkü bırakmalarına gerek yok.

Cumhurbaşkanı’nın partili olmasında da aslına bakarsanız bir gariplik yok.

Başkanlık sisteminde bir partinin adayı olarak seçime giren, seçilirse partisini bırakmıyor.

Sorun burada değil.

Yazının Devamını Oku

Evet, ‘güç’ tek kişide toplanacak

21 Şubat 2017
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, “Cumhurbaşkanlığı sistemine karşı çıkan gafiller hep yanlış ve ne yazık ki yalan söylüyorlar” dedi.

“Gafillerin” eleştirilerinin temeli şu düşünceden kaynaklanıyor: Bu sistem, gücü tek elde topluyor, tek adam yönetimi yaratmayı hedefliyor, kim seçilirse seçilsin bu yetkileri eline geçirirse bir otoriter yönetim kurar.

Zaten aslına bakarsanız bu sadece “hayır” diyenlerin yaptığı bir tespit de değil.

Bakın Cumhurbaşkanımız cumartesi günü “açılış töreni” görüntüsü altında düzenlediği mitingde ne dedi:

“Tek kişide gücü topluyoruz ve böylece kitapçıkları fırlat, böyle bir şey olmayacak.”

İşte eleştirilen şey de zaten bundan başka bir şey değil ve Cumhurbaşkanı da kabul ediyor ki “güç, tek elde toplanacak”.

Öte yandan “kitap fırlatma” işini önlemek, Anayasa değişikliği ile ilgili olamaz.

Bu her şeyden önce siyasi nezaket ile ilgilidir, nitekim bütün Cumhuriyet tarihi boyunca böyle bir olay sadece bir kez yaşandı. 94 yılda bir kez!

Bunun için bir ülkenin bütün hükümet sistemi değişir mi?

Yazının Devamını Oku

Mühendislik sorunu

20 Şubat 2017
SABAHA kadar oynansa yine de Fenerbahçe’nin gol bulamayacağı bir karşılaşma izledik.

Bunun nedeni basit: Rakip kalede çoğalabilecek bir oyun oynayamıyorlar.

Kanatları bir süredir zaten iyi işlemiyordu, Lens’in yokluğunda bu daha da yakıcı bir sorun olarak kendini gösterdi. Orta sahada ileriye top taşıyabilen Alper de olmayınca, maç boyunca presle kapılan her topta, topu kazanan ayağındaki “yuvarlak şeyi” ne yapacağına karar verene kadar rakip kapandı.

İlk yarıda Moussa Sow’un başına gelen, ikinci yarıda Fernandao’yu bekliyordu. Orta sahadan desteğe kimse gelmeyince rakibin iki dev stoperinin arasında çaresizce debelenip durdular. Kasımpaşa son derece başarılı bir saha paylaşımı ile Fenerbahçeli oyunculara alan bırakmadı. Gerçi maçın ilk yarısında biri kaleyi bulan sekiz şut çekerek, bu çaresizliğe bir çözüm üretmeye çalıştılar ama olmadı.

KAYSERi MAÇI GiBi OLABiLiRDi

Kasımpaşa, eğer hızlı çıktığı ataklarda biraz daha derli toplu olabilse ve doğru son pasları atabilse, Kayseri maçının bir devamını da izleyebilirdik.

Fenerbahçe orta sahasında rakibi şaşırtacak pasları atabilecek bir oyuncu yok. Topal, De Souza ve Ozan’ın ne yapacaklarını rakip gözü kapalı bile tahmin edebiliyor, onlar da zaten uzun vurmaya kalktıklarında topu doğrudan rakibe gönderiyorlar.

Bu, Fenerbahçe için bu hafta ortaya çıkmış bir sorun değil.

Sezon başında doğru bir kadro mühendisliği yapılmadığı için ortaya çıkan bir sorun ve maç sonunda taraftarların yönetimi istifaya davet etmesinin nedeni de bu.

Yazının Devamını Oku

Sevilmek istiyorsan sev

18 Şubat 2017
GEÇTİĞİMİZ yüzyılın (o kadar da geçtik sayılmaz aslında, topu topu 17 yıl oldu) ilk yarısında modern topluma hâkim olan anlayış, anne–baba ve çocuklar arasındaki ilişkinin esasen maddi olduğuydu.

Çocuk korunmak istiyordu, yemek, barınmak ve büyümek için ebeveynlerine muhtaçtı.

Onun için çocuğun kendisini güvende hissetmesini sağlayacak kadar ilişki, sağlıklı bir çocuk büyütmenin sırrı olarak görülüyordu.

Ağlayan bir bebeği susturmak için kucağa almak, öpüp okşamak, sallamak doğru bir tutum olarak görülmüyordu.

Çocuk, zamanında beslenmeliydi. Acıktığı için ağlayan bir bebeğin ağzına memeyi dayamak yanlıştı.

Eğer çocuğunuzu bebekliğinden itibaren böyle bir disiplinle büyütürseniz, herhangi bir sorunla karşılaşmayacağınız çocuk bakım kitaplarının en temel öğütlerindendi.

Onun için bebekler uzun yıllar boyunca çığlık çığlığa ağlamak zorunda kaldılar.

Disiplinli bir çocuk yetiştirmek temel hedefti. Çocuğu şımartmamak gerekiyordu.

Bugün bile birçok genç ebeveyn için bu hâlâ geçerli bir durum.

Yazının Devamını Oku