Suç isnadı, İran’a yönelik Amerikan ambargosunu delmek için bankacılık sahtekârlığı.
Savcılığın böyle bir tutuklama kararı için elinde ne gibi deliller var şu anda bilemiyoruz.
Bu haberi okuyunca, evinde desteler halinde para ile yakalanan eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ı hatırladım.
Hatırlayamayanlar için yazayım: Süleyman Aslan’ın evinde yapılan aramada ayakkabı kutularına ve iki adet banyo lifine tıkıştırılmış şekilde 2 milyon 445 bin dolar, 950 bin İngiliz Sterlini ve 520 bin TL çıkmıştı.
Bu paranın, Reza Zarrab’ın işlerini halletmek için verilen rüşvet olduğu iddia edilmişti.
Süleyman Aslan ise evinden çıkan bu yüklü miktardaki paranın, memleketi Osmancık’ta yapılacak bir imam hatip lisesi ve Balkan Üniversitesi için çeşitli kaynaklardan topladığı bağışlar olduğunu açıklamıştı.
O vakit, bir banka genel müdürünün, bağış paralarını neden evinde depoladığını ve bankaya yatırma gereği duymadığını sormuştum ama bir yanıt alamamıştık.
O tarihte Balkan Üniversitesi Rektörü olan Prof. Dr.
Neresinden baksanız aptalca bir tartışma ve aptalca bir sonuç.
Bir iddiaya göre de evet propagandası yapanlar, dağıttıkları broşürü almak istemeyen iki kadına laf atınca kavga çıkmış. Bir diğer iddia ise tam tersi, CHP’li kadınlar broşür dağıtanlara saldırmış.
Hangisi doğru olursa olsun tabii ki kınamalıyız, tabii ki bir siyasi propagandayı bile kavgaya dönüştüren kültürü eleştirmeliyiz.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da bunu fırsat bildi.
“Demek ki daha önce mühür başkalarının elindeymiş” diye düşündüm bu sözlerini okuyunca.
Ama yine de kafam karışmadı değil.
2002’den beri AKP iktidarda, deyim yerindeyse mühür elinde, o mührü veren kimdi acaba?
Bazılarının söylediği gibi Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için Amerika mı vermişti? Bizi kandırıyorlar mıydı yoksa?
Ama çok iyi hatırlıyorum ki seçimlere gitmiştik, halkımızın çoğunluğu AKP’ye oy vermişti, mühür de önce Abdullah Gül’ün, sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın eline bu sayede geçmişti.
Dün sabah Boğaz’da yürüyordum, direklere AKP’nin propaganda bayrakları–afişleri asılmış.
Bir tanesinde şöyle yazılı:
“Seçimler beş yılda bir yapılıyor. Cumhurbaşkanı’nı da, Meclis’i de millet seçiyor!”
Bunu da Anayasa değişikliğindeki şu madde sağlayacakmış:
“Madde 9– Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.”
Eski maddede “tarafsız” kelimesi yoktu, o ekleniyor ve yargı böylece bağımsız ve tarafsız oluyor!
Kulağa hoş gelse de bunun yeterli olmadığını, mevcut Anayasa’daki hükme rağmen yargı bağımsızlığından bu ülkede çok uzun yıllardır söz edemediğimizden biliyoruz.
Bugünkü Anayasa’da Cumhurbaşkanı’nın “tarafsız” olacağı da yazılı. Uygulanabildi mi?
Bunu yazmak yetmez, Anayasa’da bunu sağlayacak, esnetilmesini engelleyecek mekanizmalarını da kurmanız gerekir.
Yargıçları ve savcıları atayacak, terfilerini yapacak, gerekirse meslekten çıkaracak kurum Hâkimler ve Savcılar Kurulu.
Anayasa değişikliği kabul edilirse bu kurul 13 üyeli, iki daireden oluşacak.
Ancak gördüğüm kadarıyla AKP’nin yürüttüğü “evet” propagandası da “gerçekleri anlatmıyor”.
İstanbul’da bazı yollardaki direklere AKP propaganda afişleri astı. Tek cümlelik açıklamalarla Anayasa değişikliğinin neler getireceğini anlatıyor.
Bunlardan bir tanesi cumhurbaşkanına cezai ve hukuki sorumluluk getirileceği ile ilgili.
Anayasa değişikliği gerçekleşirse, cumhurbaşkanları da artık hesap vereceklermiş.
“Yakın komşumuz, dostumuz, müttefikimiz, Avrupa kıtasını kötü bir gelecek bekliyor. Bu tedbirleri almanın yolu yabancılarla dostluk içerisinde yaşamaktır” dedi.
Dünyayı saran popülizm dalgasının Avrupa’yı etkilediği, kötü sonuçları hâlâ bertaraf edilemeyen ekonomik krizi iyi yönetemeyen merkez sağ partilerin, ırkçı partilere karşı gerilediği bir gerçek.
Ama bundan “faşizm ve Nazizm’in ayak seslerini” duymayı başarabilmek o kadar kolay değil.
Çünkü, her ne kadar siyasete popülizm hâkim olsa da oralarda demokrasinin ve bireysel hakların teminatları var, yargı bağımsızlığını koruyabiliyor, sivil toplum son derece güçlü ve etkili.
Öte yandan Fransa ve Almanya seçimlerini sosyalistlerin ve sosyal demokratların kazanma ihtimalinin giderek yükseldiğini de araştırmalar ortaya koyuyor.
Bu noktada durup bir de ülkemize bakmamızda yarar var.
Faşizm ve Nazizm’den, yükselen ırkçılıktan ve ırkçı düşmanlıklardan söz ederken bundan kimin daha çok korkması gerektiğini konuşmamız gerek.
Türkiye’de iktidar eliyle pompalanan bir Batı karşıtlığının giderek yaygınlaştığını biliyoruz.
“TSK’da kriz ve olağanüstü durumlarda haber alınır alınmaz ilk tedbir olarak ‘Personel kışlayı terk etmesin’ emri verilir. Birlik komutanları kışlalarında, mesaiye devam edilir. Her zaman uygulanan bu temel ve basit kural 15 Temmuz’da ilk haber alındığı zaman uygulanmamıştır. Uygulansaydı, darbe girişimi baştan açığa çıkardı” dedi.
Hatırlıyor musunuz, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Ümit Dündar da, TBMM komisyonunda verdiği ifadesinde “darbe ihbarı alınsaydı, Genelkurmay Başkanı’nın başka emirler de vererek girişimi en başından engelleyebileceğini” söylemişti.
Demek ki Binbaşı H.A.’nın, MİT’e gelerek darbe girişimini ihbar ettiği saatten, darbe girişiminin başladığı saate kadar olan sürede, “yeterli” değerlendirme yapılmış olsaydı, bu kadar insanımız darbeciler tarafından şehit edilemeyecekti. Yaralanıp sakat kalanlar bugün sapasağlam yaşamlarını sürdürüyor olacaktı.
Binbaşı H.A., MİT’teki ilk sorgusunda MİT Müsteşarı’na yönelik bir operasyon yapılacağını, üç helikopterle evinin basılıp müsteşarın kaçırılacağını anlatmıştı.
Gerçi referanduma kadar daha hayli süre var ama Türkiye’ye hâkim olan kamplaşmayı da dikkate alacak olursak, evet de çıksa, hayır da çıksa, iki kesim arasında büyük bir fark da oluşmayacak.
Türkiye, bir Anayasa referandumunun sonucunda tam ortasından ikiye ayrılmış gibi bir tablo ile karşılaşacağız.
AKP’nin devlet olanaklarını sonuna kadar kullanarak yürüttüğü ağır bir evet kampanyası var.
Devletin uçakları, araçları bakanları oradan oraya taşıyor, değişik kılıflarda toplantılar, mitingler düzenleniyor, devletin televizyonu ve medyanın ezici ağırlığı evet kampanyası yürütüyor ama hâlâ istedikleri sonuca ulaşabilmeleri çok zor görünüyor.
Öte yandan Cumhurbaşkanı’na ve Başbakan’a bakarsak, hayır oyu verecekler, teröre hizmet edecekler vs.
Ülkenin bir yarısını teröre yardım ve yataklıkla suçlamak da ancak iktidarın yapabileceği bir işti.
Oysa oylanacak olan bir yönetim sistemi değişikliği.
Bir taraf bu değişiklik gerçekleşirse Türkiye’nin önündeki zincirlerini kıracağını iddia ediyor, diğer taraf bu değişiklikler gerçekleşirse Türkiye’nin otoriter bir tek adam rejimine sürükleneceğini söylüyor.