1485 yılında Rothenbach Kara Ormanlar’da bir kadın "cadılık yaptığı" iddiasıyla tutuklandı.
Fürstenberg Kontu, kararı Tanrı’nın vermesi gerektiğini düşündüğünden kadın "kor demir testine" tabi tutuldu.
Kor demir testi, ateşte kor haline getirilmiş bir demir parçasını çıplak elle üç adım ileriye taşımayı gerektiren bir uygulamaydı.
Bundan sonra kadının eli sarılıyor, üç gün sonra kadının elindeki yaralar iyileşmemişse bu cadılık yaptığının kanıtı oluyordu.
Adını bilmediğimiz bu kadın, kor demiri avuçlarının arasında tam altı adım taşıdı. Şaşılacak şey; ellerinde en ufak bir yara izi bile yoktu.
Kadının cadılık yapmadığına karar verdiler ve serbest bıraktılar.
Olayın üzerinden bir süre geçtikten sonra bu dava ve ilginç sonucu iki Dominik keşişinin dikkatini çekti.
Keşişler, mahkemenin "şeytan tarafından aldatıldığını" düşünüyorlardı. Kadının ellerinin yanmamış olmasının nedeni avcunun içine Şeytan’ın görünmeyen bir zırh koymuş olmasıydı.
Yani kadının beraat etmesine neden olan şey, aslında kadının suçlu olduğunu gösteren bir durumdu.
Aradan geçen 521 yıldan sonra bu gerçekten yaşanmış öykü ne kadar saçma geliyor size, değil mi?
Bugün için "deli saçmalığı" olarak nitelenebilecek bir suç iddiası. Tesadüflere açık ama son derece vahşi bir yargılama süreci. Ve bu sürece itirazlarını Şeytan’ın doğaüstü güçlerine ve kadının zaten "cadı olduğuna" olan inançlarına dayandıran iki keşiş!
Bu öyküyü, Darren Oldridge’in "İnsanlığın Garip Tarihi" (Yerdeniz Yayınları, çeviren: Kerem Geçmen) isimli kitabından okudum.
5 kuvvetinde bir rüzgárın sürüklediği bir teknenin güvertesindeydim.
Dünya üzerindeki konumum hatırladığım kadarıyla şöyleydi: 36 derece 32 dakika kuzey, 28 derece 04 dakika doğu.
Türkçesi; Bozuk Kale’ye doğru gidiyorduk, Çatal Adaları’nı bordalamak üzereydik.
Rüzgár, kitabı elimden çekip almak ister gibi eserken o anda Dünya’nın ne kadar dışında ve uzağında olduğumu hissettim.
Tıpkı 2006 yılının mayıs ayında, 1485 senesinin Kara Ormanları’na kendimizi uzak hissettiğimiz gibi.
Ve şöyle düşündüm: 500 sene sonra bugünkü Türkiye’de olup bitenlerle ilgili kitapları okuyanlar, kendimize neleri dert ettiğimize kim bilir ne kadar şaşıracaklar!
Cennet koyları ’turizme’ açmak
BU sene yazı ve denizi ne kadar özlediğimi anlayabilmem için Yacht Türkiye Dergisi’nin mayıs sayısını okumam gerekiyormuş.
Ayın birinci günü dergiyi elime aldığımda kendimi Playboy okuyan bir yeniyetme gibi hissettim: Baştan çıkarılmaya hazır!
Derginin içinde yer alan "center fold"da tıpkı Playboy’daki gibi şahane bir poster vardı. Ama sereserpe uzanmış bir sarışın değil, Mavi Yolculuk rotası üzerinde yer alan sayısız cennet koydan biriydi fotoğrafta görünen.
Dergiyi okumam ile bir teknenin üzerine çıkmam arasında sadece 10 gün geçmiş!
"Turizme açılsın mı, yoksa açılmasın mı" diye tartışılan koyların kiminde oyalanıp, kimine teğet geçerken çevremizde o kadar çok yabancı tekne vardı ki, sayamadım.
Koyları turizme açmak denilince aklımıza sadece otel yapmak geliyor nedense.
İnsanların tekneleriyle bu koylara gelip "turizm" yapacaklarını ve zaten yapmakta olduklarını hiç düşünmüyoruz.
Koylarımızı temiz ve el değmemiş haliyle tutabilmenin ne kadar büyük bir servet olduğunun en başta Turizm Bakanlığı farkında değil.
Yacht Türkiye dergisinin bu sayısını sanırım yıllarca saklayacağım. Çünkü büyük olasılıkla torunlarım o koyları dedelerinin sakladığı, sayfaları karıştırılmaktan yıpranmış eski bir dergide görebilecekler!