Paylaş
Dünyadaki salgınların kronolojik tarihini okudukça unutarak yaşamayı nasıl başarabildiğimizi de merak ediyoruz...
Uzaya gideceklerine...
Nükleer silahlara trilyonlarca dolar harcayacaklarına...
Silah sanayisine bu kadar para dökeceklerine...
Gökdelenleri dikeceklerine...
Orduları büyüteceklerine...
Sağlık, adalet ve eğitime yatırım yapılsaydı belki de kronolojik kâbus tarihi böyle yazılmayabilirdi...
*
Savaşarak insanları daha fazla öldürenlerin kahraman ilan edildiği günden beri yeryüzünde savaşlar, kavgalar hiç bitmeyecek gibi...
Çünkü barışanları yazan ve kahraman ilan eden bir tarih kitabı yok...
Zafer denildiğinde herkesin aklına savaş geliyor... Ne hikmetse önce savaşıp sonra da oturup barışıyorlar...
Ve anlaşmalar imzalıyorlar...
Daha sonra da dost oluyorlar...
Asırlardan beri süren bu kısırdöngünün çelişkisini tarif edebilecek var mı?
*
Bir yaz günüydü...
Kahire’deki 260 yıllık El Fişavi Kahvehanesi...
Nobel Edebiyat ödüllü yazar Necip Mahfuz ile oturup naneli çaylarımızı yudumlarken bir ara kendisine İslam coğrafyasının yaşadığı bu kadar felaketten neden ders çıkarmadığını sorduğumda, gülümseyerek ‘Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’ romanındaki bir sözü hatırlatıp demişti ki:
Unutkanlık sokağımızın vebası gibidir.
*
Firavunların helak edildiği bir akıbetten ders çıkaramayanların piramitler arasında unutarak yaşamayı nasıl başardıklarını sorduğumda ise biraz düşündükten sonra şunları söyledi:
Piramitleri geçim kaynağına çevirdik... Yani, Firavunların sırtından geçinen kalabalıklar artık kendi akıbetinin derdine düşmüş... Kendi derdine düşenler ise düşünmek yerine unutarak yaşamayı seçer...
400 bin kitabın bulunduğu İskenderiye Kütüphanesi’nin yakıldığını da hatırlatan Necip Mahfuz:
Kitapları yakarsanız, oturup develerle turist gezdirirsiniz işte...
*
Kütüphanenin Romalıların kendi aralarında yaptığı sokak savaşlarında yakıldığını ve bu yüzden Kleopatra’nın “Eyvah kütüphanem!” diye bağırdığını ve intihar ettiğini hatırlattığımda ise Mahfuz:
Kahire bir ilim şehri idi... Bağdat, Şam ve İstanbul gibi... Her dönemde bir şeyler yakılıp yıkılınca geriye her şeyin harabeye dönüştüğü bir kent kalır...
*
Ve Morgan Freeman’ın sunduğu ‘İnancın Hikâyesi’ adlı belgeseli izledikçe savaşların, katliamların, ihanetlerin kıyamet gününe kadar bitmeyeceğine bir kez daha inandım...
Barış, büyük bir yalan imiş...
Çünkü insan insanın kurdu olmuş...
Aldattığı...
Hançerlediği...
Ve öldürdüğü...
*
Yeryüzünün ilk cinayetini Hazreti Âdem’in oğlu işlemiş...
Kabil’in Habil’i öldürdüğü günden beri insan öldürülüyor...
Oysa dünyada onlardan başka kimse yoktu...
Ve her şeyin sahibiydiler...
Kıskançlık, şeytani bir hastalık işte...
*
Zamanın sonu mu?
“Dünyanın son bulup insanların yargılandığı o son güne gidiş mi?” sorularına cevaplar arayan Morgan Freeman, insanın asırlardan beri kaçınılmaz kader yolculuğundaki sırları irdeliyor...
Ve insanoğlunun kendi gerçekleriyle yüzleşme vaktinin ne zaman geleceğini...
*
Sakin düşüncelerin uzağındaki vahim zamanlarda her son yeni bir başlangıç mıydı diyerek artık perdeyi kaldırmanın vaktinin geldiğini de düşünüyoruz...
Ve “Her şerde vardır bir hayır” diyebiliyoruz...
Bu sessiz bekleyiş günlerinde dünyanın büyük kalabalıkları her şeyi unutarak yaşayacağına daha adil, sağlıklı, eğitimli ve barış içerisinde gelecek hayata dair çerçevenin içindeki resmi çizmeye başlayabilirse işte o zaman hiçbir şey eskisi gibi olmayabilir diyoruz...
Yoksa sessiz bekleyiş daha çok sürüp gidecek gibi...
Paylaş