SİYASET (politika), son dönemlerde ülkemizde oldukça tatsız ve yıpranmış bir anlam kazanmıştır.
Kötü ve başarısız politikacıların tutarsız ve egoist davranışları sebebiyle gelinen bu nokta, pek çok toplumda sosyal çözülme tehlikelerini de bünyesi içinde taşımaktadır.
Aslında siyaset; insanların ve devletlerin yönetilme sanatıdır. Bu özelliğiyle sanattan çok ilme de yaklaşan siyaset, Batı’da sosyolojinin yakından ilgilendiği bir kol olduğu kadar başlı başına bir bilim niteliği de kazanmıştır. İslam dünyasında ve Batı’da bu konuda pek çok eser ve araştırma yayınlanmaktadır. Siyaset tarihi ve siyaset sosyolojisi, çağımızda sosyal bilimler arasında önemli bir yer tutmaktadır.
* * *
Siyaset ilminin ilk önderleri arasında bulunan meşhur filozof Aristo’ya göre; siyaset, sitenin kuruluş ve yönetiliş bilimidir. Bu konuda Fransız bilgin Marcel Prelot, "Politika Bilimi" adlı eserinde şu bilgileri vermektedir: "Politika, gerçekte hiyerarşinin zirvesinde bulunur. Çünkü konusu olan site, tüm toplumsal örgütlenmeyi içine alır. Politika tüm bilimlere egemendir. Çünkü insanların eylemlerini de o yönetir."
Yeni çağdan itibaren akılcılığı ve insan merkezli düşünceleri temel olarak benimseyen Batı felsefesinde siyaset ilminin temeli, İtalyan bilgin Makyavel’in "Prens" adlı eseridir. Amaca ulaşmak için her türlü aracı kullanmanın meşru ve geçerli sayılması gerektiği tezinin sahibi olan Makyavel, o devirde İtalya’da şehir devletleri ve müstakil site devletleri hüküm sürmesine rağmen, yakın çevresindeki realitelerden faydalanmamış, katı gerçekçi bir anlayışla gayenin vasıtaları mübah kılacağı şeklinde, suiistimal edilmesi ve yozlaşmaya dönüşmesi her zaman mümkün olan tezlere yönelmiştir.
Kur’an’ı Kerim’de fitne ve fesat kavramları, toplumda her türlü olumsuzluğun ve yozlaşmanın sebebi olarak görülmüş, olumsuzluğa yol açacak sebeplerin önlenmesi, ilke ve prensip olarak kabul edilmiştir. "Sedd-i Zerayi" terimi, İslam metodoloji ilminde belirlenmiş bir prensibi ifade etmektedir. Dejenerasyonun ve sosyal çözülme tehlikelerinin yozlaşmadan başladığını, yozlaşma ortamının toplumda yaygınlaşması sonunda millet ve devlet hayatında izmihlal ve çöküntü tehlikelerinin kendini gösterdiği, tarih ilminin verileriyle sabittir.
Ancak dört halife devrinden sonra başlayan saltanat dönemlerinden itibaren İslam toplumlarında siyasi yozlaşmanın başladığını, Bizans’ı ve Sasani geleneğini taklit suretiyle başlayan yozlaşmanın olumsuz etkilerinin topluma da çeşitli şekillerde yansıdığını kabul etmek zorundayız. İslam dünyasının geri kalmışlığı konusunda kalem oynatan mütefekkirler de, ilgisi dolayısıyla, siyasi yozlaşmaya değinmişlerdir. Eğitim ve ahlaktaki yozlaşma da çeşitli yazarlarca dikkate alınarak yorumlanmıştır. Olayı, sadece iktisadi ve teknik sahada geri kalış olarak inceleyen pozitivist yaklaşımların, meselenin tam olarak aydınlanmasına yetmeyeceği hususu izahtan varestedir.
Zihniyet farklılaşmaları, kültür değişmeleri ve ahlaki dejenerasyonun siyasi yozlaşmada en çok etkili olan unsurlar olduğunu, sosyolojik bir vakıa olarak itiraf etmeliyiz. Son iki asırdan beri "zorlayıcı" bir yenileşme süreci yaşayan ülkemizde neyin korunması, neyin düzeltilmesi ve nelerin değiştirilmesi konusunda yeterli bir ilmi araştırma yapılmadan yaşanan yenileşme hareketleri, fertlerde "kökü mazide olan ati olmak" bilincini yeterince koruyamamış, milli-tarihi kimlik ve kişilik anlayışımız zedelenmiştir. Özveri, fedakárlık, hamiyet, idealizm vb. kavramların yeri; köşe dönmecilik, bireycilik, atılımcılık, çabuk yükselme sloganlarıyla yer değiştirmiştir.
* * *
Depolitizasyon, politikayı ticari amaçlara vasıta olarak görmek, gayeye ulaşmak için her çareyi mübah saymak, devlet makamlarını rant sağlama yeri olarak görmek, yönetimde kabiliyetsiz fakat itaatkár görünen kişileri öne çıkarmak, seçim bölgesini öne almak vb. şekillerde tezahür eden siyasi yozlaşma belirtileri özellikle azgelişmiş ülkelerde büyük tahribata yol açmakta; sosyal çözülme tehlikelerinin artmasına vesile olmaktadır. Irkçılık, mezhepçilik ve bölgecilik gibi farklılıklar; siyasi yozlaşmanın getirdiği olumsuzlukları daha da tahrik etmekte; millli birlik ve bütünlüğün teminini zorlaştırmaktadır.
Dini-milli terbiye ve erdemliği öne çıkaran, eğitime, adalete ve eşitliğe önem veren idare anlayışı; toplumda siyasi içtimai yozlaşmaya karşı alınması gereken önlemlerin başında gelmektedir. Aşırı bireyciliği ve pragmatizmi öne çıkaran ferdiyetçi anlayışlar yerine idealizmin öne çıkarılması, toplumda barış ve eşitlik ortamının tesisiyle siyasi huzurun göstergesi sayılan devlet-millet kaynaşması bunlardan müspet olarak etkilenecek ve sonuçta toplumsal faaliyetlere katılma ve başarı artacaktır.
SORALIM ÖĞRENELİM
Rabıta nedir? Nereden çıkmıştır? Dindeki yeri nedir?
Yusuf TAŞAN/ANTALYA
Ribat ve murabata ile aynı kökten gelen ve bir tasavvuf terimi olarak kullanılan rabıta, müridin şeyhe kalbini raptedip bağlaması olarak tanımlanmıştır. Rabıta anlayışını tasavvufa ilk defa kazandıran, adını Nakşi tarikatına vermiş olan Muhammed Bahaeddin Nakşibend’dir. Rabıta konusunda yazılı kaynak ise İmam-ı Rabbani diye anılan Hindli Ahmet Faruk es-Serhendi’nin Mektubat’ıdır. Bu kitabın çeşitli yerlerinde rabıtanın faziletlerinden bahsedilmekte, hatta zikirden de üstün olduğu vurgulanmaktadır. Mektubat’tan sonra Nakşi tarikatının Halidiye kolunun kurucusu Mevlana Halid el-Bağdadi’nin rabıta konusundaki risalesinde geniş bilgi mevcuttur. Rabıta üzerine bir risale yazmış olan Seyid Abdülhakim Arvasi bu konuda şöyle demektedir: "Mürşidi, piri yanınızda ve karşınızda fark edecek ve onun yüce alnına yani iki kaşı arasına gözlerini dikecek ve o zatın ulu simasına hayal hanesinde yer verecek, yani onu kalbinizde hayal yolu ile durduracaksınız." Görülüyor ki rabıta uygulamasında en esaslı unsur şeyhin suretini hayalde tutmaktır. Bu sürekli hayalde tutma giderek şeyhin ahlak ve sıfatlarıyla bezenmiş hale gelmeyi temin eder ki tasavvufta buna fena fiş-şeyh (şeyhte yok olmak) derler. Abdülhakim Arvasi bunun üç şekilde yapılabileceğini söylemektedir.
1. Mürşidin suretini sadece hayalinde tasavvur etmek.
2. Bu sureti kalpte tasavvur etmek.
3. Mürşidin kıyafetine tamamen bürünüp kendisini şeyhi şeklinde düşünmek.
Kitap ve sünnette rabıta ile ilgili bir hüküm yoktur. Rabıtanın meşruluğuna kitap ve sünnetten dayanak aramaya çalışılmışsa da zorlamadan öteye geçememiştir.