YÜZ binlerce kişinin oluşturduğu büyük kalabalıklar 14 Nisan’da Tandoğan’da, 29 Nisan’da Çağlayan Meydanı’nda toplanarak cumhuriyet, laiklik ve demokrasi adına kaygılarını ve tepkilerini dile getirdiler. Türkiye’nin bugüne kadar görmediği kalabalıklardı.
Bir disiplin içinde toplandılar ve yine aynı disiplin içinde olaysız bir şekilde dağılarak evlerine döndüler. Bu demokrasimiz açısından sevindirici ve umut verici bir gelişmedir. Bir İslam büyüğü der ki: "Halkın dili, hakkın kalemidir. Halk ne söylerse Allah öyle yazar."
* * *
Ancak, her iki mitingde atılan bazı sloganların ve kullanılan kavramların ülkemizde büyük ve inanmış bir kitleyi incittiğini, bazı grupların değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramadığını söylemeden geçemeyeceğiz. Bu yapılırken, üstüne "kahır" ve "lanet" yüklenen bazı kavramların, kendilerini Müslüman ya da dindar sayan insanlar üzerindeki kırıcı etkisi hesaplanamamıştır. Bunda kasıt aramak elbette doğru değildir. Ama bilinmeden bile yapılmış olsa etkileri hafife alınamaz.
Bu konuda okuyucularımızdan çok da sorular aldık. Özetle şöyle diyorlardı: "Biz şeriat ve ümmet sözcüklerine inanç ve inançlı topluluk anlamlarını yüklerken, onlar başka anlamlar yüklüyorlar. Bunun doğrusu nedir? Biz, bir Müslüman olarak bu sözcüklere veya kavramlara nasıl yaklaşmalıyız?" İşte biz de bugünkü yazımızda bu soruların cevabını kısaca vermeye çalışacağız.
Önce "şeriat" kavramı üzerinde duralım. Şeriat, Arapça kökenli bir sözcüktür. "Metot, ádet, insanı bir ırmağa, su içilecek kaynağa ulaştıran yol" anlamındadır. İslam dinindeki terimsel anlamı, bir yönüyle "ilahi emir ve yasaklar toplamı" veya başka bir ifadeyle "dinin insan eylemlerine ilişkin hükümlerinin bütünü"dür: "Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma" (Casiye, 45/18). Diğer yönüyle ise Maide Suresi 48. ayetteki "Sizden her biriniz için bir şir’a (şeriat) ve minhac (yöntem) belirledik. Allah isteseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı" ifadesinde olduğu gibi her peygambere ve millete ait özel hükümlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır bu konuda şöyle diyor:
"Zamanların, mekánların ve şartların değişmesiyle değişebilen, her peygambere ve millete ait özel hükümlere şir’a (şeriat) denir ve bunlar dinin aslından değildir. Daima sabit, açık ve sürekli olan kurallara ise minhac (temel usul ve yöntem) denir ki bunlar da dinin temelidir. İman esasları gibi bütün peygamberlerde ortak olan ve ittifak edilenler minhacdır. Kur’an ayetlerinin bir kısmı peygamberlerin ayrıldıkları noktaları, bir kısmı da birleştikleri hususları ortaya koyar."
Lügat anlamındaki şeriat, canlıları hayat kaynağı olan suya götürürken, dini anlamda şeriat insanları ilahi hakikate bağlamaktır. Bu konuda Garaudy’nin şu tespiti çok yerindedir: "Problem, suyun kaynağına sadık kalmak yerine, eskilerin kendi zamanlarında kaynağa ulaşmak için kullandıkları yola yordama sadık kalmaktan kaynaklanmaktadır. Oysa ki bugün dün değildir." Ayrıca Garaudy şöyle diyor: "Şeriat, kokmuş su çekmek için gidilen durgun bir su birikintisi değildir. Böyle bir şey yeni susuzlara yalan söylemek olurdu. Şeriat, pırıl pırıl parıldayan ve akarken kıyılarını verimli kılan güzel bir nehirdir. Şeriatın gerçek anlamda uygulanmasının tembel bir lafızcılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Gerçek bir uygulama, Kur’an ya da sünnetin koymuş olduğu her hükmün gerisinde, onun varlık nedeninin, onu hazırlayan ilkenin, uygulanmış olduğu tarihi şartların yeniden bulunmasını gerektirir."
Din, sabittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir. Yani değişkendir. Fıkıh ile şeriatı birbirinden ayırmak lazımdır. O halde, ister laiklik açısından, ister din açısından bakalım; bu ince ayrıntıyı herkesin fark edemeyeceğini düşünerek ağızdan çıkacak sözlere dikkat edilmesi gerekir.
* * *
"Ümmet" kavramına gelince: Terimsel olarak "kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine tabi olma neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu"dur. Günümüzde bir bayrak ve bir buyruk altında toplanma anlamına gelen "millet" kavramı için de kullanılmıştır.
Bugün ümmetçiliğe karşı çıkanlar, aslında siyasi anlamda kullanımına karşı çıkmaktadırlar ki bu da halifeliktir. Ümmetçilik kavramına karşı çıkılırken de "Müslüman dinine mensup olan topluluk" anlamı kastedilmemelidir.
Asıl sorun; dinini yaşamaktan başka bir amaç gütmeyen "mütedeyyin insan" ile dini her türlü çıkarı için alet edenleri birbirinden ayıramayışımızdan kaynaklanmaktadır. Toplumun da, rejimin de sağlığı açısından bu ayrımlara çok dikkat etmemiz, kelimeleri ve kavramları yerli yerinde kullanmamız gerekir.
Birbirimize tahammül etmeyi artık öğrenmeliyiz!
SORALIM ÖĞRENELİM
27.4.2007 tarihli yazınızda Tevbe Suresi 6’ya yer vermişsiniz. 5’inci ayeti yazmamışsınız. O ayette şöyle deniliyor: "Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tevbe ederler, namaz kılıp zekát verirlerse kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." Bu ayete dayanarak radikaller, ateistleri veya Allah’a ortak koşanları öldürmenin gerektiğini söylüyorlar. Ne dersiniz?
Aydın ÇALIK
Tevbe Suresi incelendiğinde şu gerçeği görürüz: Toplumsal düzenin korunmasında anlaşma ve sözleşmeler önemli bir yer tutmaktadır. Kur’an, insanın gerek Yüce Yaratıcı’ya verdiği sözler, gerekse başkalarıyla yaptığı anlaşmada ahde vefa göstermesini emretmekte ve bunu önemli bir ilke saymaktadır. Hz. Peygamber, Mekke putperestleriyle yaptığı anlaşmalarda ve verdiği sözlerde daima durmuş, onlar sözlerini ihlal etmedikçe herhangi bir yaptırım uygulamamıştır. Putperestlerin anlaşma hükümlerini sinsice ihlal etmeleri ve ihanet içinde bulunmaları karşısında Hz. Peygamber bu anlaşmaları bozmuş, özellikle Tebuk Seferi’nde yaşanan birçok olay nedeniyle onlara ültimatom niteliğinde ayetler inmiştir. Bu ayetlerde yine de aman dileyen putperestlere dokunulmaması, onlara Allah’ın kelamını dinleyip doğru yolu bulmaları için fırsat verilmesi istenmiştir.
İslam, durup dururken insanları öldürmeyi, masum insanların canına kıymayı hiçbir zaman tasvip etmemiştir. Savaşı da hoş karşılamamıştır. İslam tarihi incelendiğinde bu gerçeği görmek mümkündür. Kur’an meallerinden ve tefsirlerden Tevbe Suresi’ni dikkatli bir şekilde okuyup bunu bir bütünlük içerisinde anlayıp değerlendirdiğinizde bu hakikati siz de göreceksiniz.
Bir yakınıma büyü yaptırılmasından kuşkulanıyorum. Bunu araştırmak, varsa bozdurmak günah mıdır?
D.Ş.
Büyü yaptığını veya büyü bozduğunu söyleyip insanları sömürenler var. Bunlara inanmayın ve iltifat etmeyin. Dua edin ve Yüce Allah’a sığının.