Paylaş
Şimdi tabii ki iletişim çok farklı bir düzeyde.
Bırakın rejimlerin ve haritaların değişmesini, siyasetçilerin giysilerini değiştirmelerini bile canlı televizyon yayınlarından izliyoruz. Çanak antenler ve internet dünyayı gerçekten küçük bir köye dönüştürdü. Cep telefonları giderek vücutlarımızın 6’ncı duyu organı haline dönüşüyor.
Ama yine de yaşanılan günün gerçeklerini algılamak yerine geçmişteki bir dönemde yaşadıklarını zannedenler var. Bunlar belki gerçek dünyayı görüyorlar ama beyinlerindeki bir düğmeyi kapatıp, hayal ettikleri zaman diliminde yaşadıklarını var sayıyorlar.
DEĞİŞİMİN ÇAPI
Şöyle bir düşünün bugünün dünyasını ve yakın coğrafyayı.
Amerika Birleşik Devletleri artık güneydeki sınır komşumuz. Irak’ın karası da, havası da Amerika’dan soruluyor.
“Kürt Realitesi”nin sınır ötesi kesitinde, akademiler, üniversiteler, devlet örgütlenmesi ve düzenli bir askeri yapı var. Aşiret reisleri, “devlet başkanı” statüsüne sahip.
“Palikaryalar” diye bir ağızdan küçümsediğimiz Yunanistan da, Kıbrıs Rumları da Avrupa Birliği üyeleri. Onlar bir konuyuveto ettiği zaman AB organları kilitlenip karar alamıyorlar.
Kuzeyimizde yaşayaninsanların tümü 1990’lara kadar “Sovyet vatandaşları” ve Doğu Avrupa’nın tamamı “Demirperde ötesi” değil miydi?
Daha uzağa bakın.
Çin şirketleri, Amerika’nın ve Avrupa’nın dev bankalarını kurtarıyor. Hindistan dünyanın bilişim merkezi olmak yolunda ilerliyor.
Yaşadığımız dönemde oldu bütün bu değişiklikler.
Tarih kitaplarındanNapolyon sonrası Avrupa’nın veya 1’inci Dünya Savaşı sonrası dünyanın nasıl değiştirildiğini şaşırarak okuruz.
SİLAH BİLE PATLAMADI
Acaba günümüz dünyasındaki değişim bir dünya savaşı olmadan yaşanıldığı için mi algılamakta zorlanıyoruz? Silahlar patlatılmadan Sovyet İmparatorluğu’nun çöküp dağılması, algılanması kolay olmayan bir durum mu acaba?
Bütün bunları yaşayarak gözlemleyip, hala Türkiye’nin de eskisi gibi olduğunu ve hiç değişmediğini sanmak, açıkçası biraz uyur-gezerlik değil mi?
Türkiye’nin son yarım yüzyılda yaşadığı kentleşmenin çapını bir düşünün.
Şu İstanbul’da, son 50 yıl içinde tümYunanistan’dakikadar konut, alt-yapı, iş ve okul üretildi.
Köy Enstitüleri ile köylülere kent-kültürünün bir bölümü aktarılmaya çalışılırdı.
Şimdi onlar kentlere geldi ve yeni oluşan bir kültürün ağırlıklı yapımcıları şimdi onlar.
Modernleşme süreci eskisinden hızlı yaşanılıyor ve bu süreçte, eskidenvar oldukları fark edilmeyen nitelikler de ağırlıklarını hem toplumsal yaşama hem de siyasete koymaktalar.
İSLAMİ SERMAYELER
28 Şubat laikçilerinin “İslami sermaye” diye kara listeye aldıkları Ülker’in şimdi gidip “Godiva”yı satın almasını nasıl doğal bir olay olarak karşılayabiliyoruz?
Veya Cumhuriyet Devrimleri arasında tüm tekke ve zaviyelerle birlikte yasa dışı ilan edilen Mevlevilik’in kutsalları, nasıl oluyor da her Şeb-i Aruz’da,Devlet ve dünya katında kutlanıyor?
Avrupa’daki her üç televizyon alıcısındanbirininve dayanıklı tüketim mallarının üçte birinin “Türk malı” olması, 20 milyar dolarlık Türk yapımı otomobilin ihraç edilmesi, 1960’lı yıllarda hayal edilebilir miydi?
Siz hala “Komprador burjuvazi” veya “montaj sanayi” diye istediğiniz kadar hafife alın ve istediğiniz kadar yabancı sermayeyi “Yeni kapitülasyon” diye reddedin.
Düşünün ki Türk sermayesi de, Romanya’da, Rusya’da, Kazakistan’da falan en ağırlıklı yabancı sermayeler konumunda.
AĞAÇ OLMAK MI?
Bütün bunları içinde yaşayıp, bunları bilmemek de mümkün. Bunun yolunu Nazım Hikmet şöyle göstermiş:
“İnsan değil de ağaç olsam
Dallarımın arasında rüzgarlar esse
Yapraklarım, çiçeklerim, meyvelerim olsa
Mevsimleri yaşasam
Köklerimle toprağın derinliklerinesarılsam
Kuşlar konsa dallarıma, yuva bile yapsalar
Böcekler, karıncalar yollansa içime
Çürütseler oralarımı
Ballarım sakızlarım olsa
Gövdeme bir insan yaslanıp uyusa
Ben bunları hiç bilmesem
Sadece ağaç olsam.”
Paylaş