Paylaş
İşin en garip tarafı, tüm bu diziler birbirleriyle karıştırılacak kadar birbirlerine benziyorlardı.
Her yaştan kirli sakallı erkek kahramanlar, bir yandan işlerini (genellikle özel girişimci) yapıyorlar, bir yandan da kadın peşinde koşarken çeşitli ikilemlere düşüyorlardı. Kadın kahramanlar ise, bazen kardeşlerinin kocaları veya erkek arkadaşları ya da evli erkeklerle ile ilişkiye giriyor, sonuçta da mutlaka bir miktar gözyaşı döküyorlardı. Ayrıca sert görünüşlü ve kirli sakallı erkekler de sık sık ağlamaktaydılar.
Bu dizilerde gündüzler, insanların işleri dolayısıyla birbirlerine kazık atmalarına, geceler de kadın-erkek ilişkilerindeki açmazların sergilenmesine sahne olmaktaydılar.
Açıkçası hemen bütün oyuncular da, çekimler de başarılıydı. Gerçi ışıklandırmalar gerçek hayatı yansıtmaktan çok reklam filmlerindeki parlaklığı andırmaktaydı. Ama yine de bu dizilerde yoğun bir emek ve para bulunduğu gözlenebiliyordu.
Hepsi tek tip
Mekanlar görkemli bürolar ve villalarla, Dubai zenginliğini yansıtır nitelikte oluyorlardı.
Belli ki Güneydoğu’nun kasırlarından, İstanbul’un yeni siteler dünyasına geçilmişti dizilerde.
Geçenlerde bir sabah da kadın programlarını izlemeye çalışmıştım ana kanallardan. Onlarda da tek tiplilik vardı.
Aldatılmış veya terk edilmiş insanlar ağlayarak dramlarını anlatıyor, stüdyoda jüri rolü oynayan kalabalıklar ise, kendilerince hükümler veriyorlardı onlar hakkında.
Televizyona da, sinemaya da sevgi duyan, eğlendirme, vakit geçirme, güldürme, üzme gibi işlevlerine saygılı ve olumlu düşüncelere sahip bir izleyiciyim.
Ama bu medyaların, dolaylı birer kültür ve eğitim işlevleri olduğunu da düşünüyorum.
Sektörün düşünme zamanı
Tabii ki bu işlevler ne yasaklamalarla, ne resmi uyarılarla sağlanmalı. Özgür yayıncılık ve serbest rekabet, işin özü.
Fakat serbest rekabet ve özgür yayıncılık, birbirini kopyalamaya, üniform ve tek boyutlu bir hayat tarzını tekrar tekrar ekrana sürmeye dayanırsa ve dizi bağımlısı bir izleyici kitlesi yaratıcı sanattan ve gerçek dünyadan kopartılırsa, bu sektörün yöneticileri bir durup düşünmek zorundadır.
Bir dönemde Amerikan televizyonlarının bir eleştirmeni, “Bu gidişle otomatik çamaşır makinelerinin ekranları, televizyon ekranlarından daha ilgi çekici olacak” demişti.
Tematik kanallar ve Hollywood’a taş çıkartan yapımlar, bu öngörüyü boşta bıraktı.
Yayınlar çocukça
Herhalde ileride bizde de böyle şeyler olacak. Türk sinemasındaki yeni rüzgar, bunun bir gün televizyon yayıncılığına yansıyacağının işareti olabilir.
Ayrıca huysuz ihtiyar izleyici rolüne de hevesli değilim.
Tek kanallı TRT günlerinin başında yaşlı bir meslektaşımız sabahtan akşama kadar ekran karşısından ayrılmaz ve sonra “Çocuk programları çok çocukça” diye eleştiriler yazardı.
Böyle olmak istemiyorum tabii ki.
Ama yine de “Büyükler için yapılan yayıncılık çok çocukça” demekten de alamıyorum kendimi.
Güngör Denizaşan’ın 40 yıllık maratonu…
Emre Kongar’la birlikte üç yıldır sürdürdüğümüz NTV’deki “Yorum Farkı” programı “canlı” yapıldığı için, akşam saatlerindeki etkinliklere katılmamıza imkan vermiyor. Bu nedenle örneğin sayısız konseri kaçırdım.
Önceki gün de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Güngör Denizaşan onuruna düzenlediği “Gazete 13’ün 40’ıncı yayın yılı”nı kutlama yemeği vardı. O yemeği de kaçırdım ve tek başına mesleki bir maratonu 40 yıldır sürdüren çalışkan arkadaşım Güngör Denizaşan’ın bu mutlu gününde yanında olamadım.
“Gazete 13” 40 yıllık arşivi ile Türkiye’de toplumun önde gelen isimlerinin görüntülü en ilgi çekici kaynağıdır. Güngör Denizaşan da, arkadaşlığı ve önyargısız yaklaşımı ile tüm bu insanların hem güvenini hem de sevgisini kazanmış bir gazetecidir.
Dilerim Denizaşan’ın maratonu bir 40 yıl daha aynı tempoda sürer.
Paylaş