Paylaş
Ama sade yarın değil bugün bile, geçmişten farklıdır. Yarını öngörebilmek için “değişim”i gözlemlemek ve bunun yansımalarını tüm boyutlarıyla değerlendirmek gerekir.
Zaman dinamik bir süreçtir. Ayrıca zaman kıyısı olmayan bir nehirdir.
Örnek verelim mi?
1960’lı yıllarda “Anadolu sermayesi” ile “İstanbul sermayesi” arasındaki çatışmanın siyasetteki yansımaları enine boyuna tartışılırdı. Dün Star’da Mehmet Altan da “İstanbul Dükalığı” ve ”Boğaz Cuntası” gibi o dönemin kavramlarını hatırlatıp, bugüne ilişkin şu soruyu seslendirmişti:
- Laik-şeriat ikilemi gibi görünen resmin arkasında, sosyal ve ekonomik köklü bir değişim yok mu? Örneğin, İstanbul Dükalığı’na baş kaldırmış bir Anadolu sermayesi söz konusu değil mi? Ya da ‘şeriat korkusu’ denen, Anadolu sermayesinin gittikçe iktidara uzanan bir palazlanması karşısında duyulan korku mu?
Ankara-İstanbul sermayesi
Anadolu-İstanbul çekişmesi üzerinde çeşitlemeler yaptığımız yılların ardından, şöyle bir geriye dönüp ciddi bir durum değerlendirmesi yapmak gereğini pek duymadık. Bunu yapabilseydik “İstanbul sermayesi” dediğimiz olgunun aslında “Ankara-İstanbul” sermayesi olduğunu vedevlet eliyle “milli sermaye sınıfı” yaratma projesinin içeriğinde bütün boyutları ile “rejim” öğesinin de bulunduğunu görebilirdik. “Varlık Vergisi” bile belki bunun bir parçasıydı.
Peki şimdi durum ne?
Şimdi devrede “global sermaye” var. İstanbul da, Anadolu da artık, global sermaye ve dünya pazarları ile entegrasyon sürecinde. Veya “Gümrük Birliği”nden yalnız İstanbul’un sermayesi yararlanmıyor. Borsa’ya gelen “sıcak para”, şirketlerin hangi Anadolu coğrafyasında olduğuna bakmıyor. Türkiye’de özelleştirmelere giren, şirketlere ortak olarak katılan “soğuk sermaye”nin kriterleri de evrensel kriterler.
Silahlı kuvvetler
Globalleşme sürecine tüm Türkiye’den önce devletin bir kurumu olan Silahlı Kuvvetler “stratejik ittifak”lar dolayısıyla girdi. İçerideki sosyo-politik ve ekonomik değişim sürecinde, Silahlı Kuvvetler “en dünyalı” ve “en modern“ kurum olarak ağırlığını korudu.
Şimdi tüm Türkiye her açıdan “dünyalı” olma sürecinde. Ekonomisi ile, AB’ye uyum çalışmaları ile, bilişim çağının getirdiği şeffaflık ile, sermayenin ve düşüncelerin sınır tanımazlığı ile, kaçınılmaz bir “topyekun dünyalılaşma” sürecindeyiz.
Bu sürecin yükselen değeri, ülkelerin yarınlarının “öngörülebilir” olmasıdır. Yani anayasal demokrasinin ve hukukun üstün olması… Temel hak ve özgürlüklerin (mülkiyet hakkının da) güvence altında bulunması. Sivil ve şeffaf yönetimlerin bulunması.
Yani “şeriat mı gelecek” gibi “darbe mi olacak” benzeri spekülasyonların da bu süreçte yeri olmaması gerekir. Bu çizgide işler çığırından çıkartıldığı takdirde İstanbul sermayesi de, Anadolu sermayesi de, devletin kurumları da ve tüm toplum da hangi noktalara dayanacakları kestirilemeyecek çeşitli krizler karşısında, dünyadan kopmuş şekilde, yapayalnız kalırız.
Yugoslavya ve Irak
Çünkü artık Soğuk Savaş’a özgü “blok dayanışmaları” da yok. Ne Eisenhover Doktrini, ne de Brejnev Doktrini kaldı ortada.
Hesapsız ve akıllarının boyu ihtiraslarından daha kısa olan politikacılar ile askerler, Yugoslavya’yı felakete sürükledi. Ortadoğu’yu dünya dışında bir coğrafya sanan Saddam Irak’ı batırdı. Demokrasiyi seçen Doğu Avrupa ülkeleri ve Bulgaristan ise şimdi AB içinde.
Dünü bilmekle, dünün yöntemlerini bugüne aynen aktarmayı birbirine karıştırmayalım. Siyaset de, idare de, medya da, düşünür ve çözüm ararken yaratıcı olmak zorundadır. Geçmişi bilmek bugüne ışık tutabilir ama bu, ne bugünü ne de yarını anlamaya yeter.
ŞAKA
Küresel ve yerel ısınmalar
Başbakan Erdoğan, NewYork’ta dün başlayan Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantısına katıldı ve “küresel ısınma” ile ilgili panelde bir konuşma yaptı. 28 Eylül Cuma günü de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na hitap edecek.
Erdoğan bari bu konuşmasında da “yerel ısınma”yı ele alıp, Türkiye’deki siyasetin bir genel seçim yapılmasına rağmen neden soğumadığını anlatsa.
Paylaş