-Her rejimde mutlaka bir iktidar bulunur. Ancak sadece demokrasilerde muhalefet de vardır.
Bu gerçeği bir ekleme yaparak şöyle ifade edebilir miyiz acaba?
-Bazı demokrasilerde birden fazla iktidar vardır. Sadece seçilmiş iktidarlara muhalif olmak, demokrasinin sağlığını korumaya yetmez.
Eğer bürokratik bir oligarşi, iktidarını kalıcı kılmak için belirli zaman diliminin koşullarına dayalı bir statükoyu “Resmi İdeoloji” de denilen bir çerçeve içinde dondurmuşsa… Ülkeyi çağın değişen koşulları içinde daha güçlü, daha sağlıklı, daha gelişmiş bir düzeye ulaştırmak için reformlar önerenlere “rejim düşmanı” deniliyorsa. Bu çizginin doğal sonucu olarak da “demokrasi” zaman zaman “Cumhuriyet”e yönelmiş bir tehdit olarak sunulabiliyorsa…
Hepsi rejim düşmanı
Örneğin Adnan Menderes’i de, Süleyman Demirel’i de, Turgut Özal’ı da, Tayyip Erdoğan’ı da, “Cumhuriyet’in temellerini oyan” siyasetçiler biçiminde niteleyebilirsiniz. Düne ve bugüne dönük bu muhalif tavrınızı da, ülkedeki “İkinci iktidar”ın sahipleri alkışlar.
Resmi Gazete’de yayınlanan değişikliğe göre, emekli subaylar görev yaptıkları döneme ilişkin açıklamalarda bulunup yazı yazarlarsa, bunlar için bazı “yaptırımlar” gündeme gelecekmiş.
Bu yaptırımların neler olduğunu anlamak için, yönetmeliğe bakalım:
- Kendisine özel bir görev verilmediği halde görevi ve sıfatı icabı muvazzaflık yaptığı dönemde bulunduğu görev ve görev yerleri hakkında beyanat veren, yazı yazan veya sair surette açıklamada bulunan, astlık-üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir veya komutanlara karşı güven hissini yok etmeye yönelik olarak açıkça aşağılayıcı söz ve davranışta bulundukları çeşitli komutanlık ve resmî kaynaklardan intikal eden bilgi ve belgelerden tespit edilenlerin orduevleri, askerî gazinolar ve diğer askerî sosyal tesislere girişleri, Genelkurmay Başkanlığınca geçici veya sürekli olarak yasaklanabilir.
Siviller için farklı müeyyideler
Yazı ve sözle Silahlı Kuvvetler’deki “astlık-üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir veya komutanlara karşı güven hissini yok etmeye yönelik olarak açıkça aşağılayıcı söz ve davranışta” bulunmak fiili bir sivil tarafından gerçekleştirilse, bunun müeyyidesinin ne kadar ağır olacağını hepimiz biliyoruz.
Mesela Ceza Yasası'nın
- Ne yapalım yani? Bizi altımız zorluyor. Böyle yapmazsak altımızı tutamayız. Hatırlayın 27 Mayıs’ı. Yüzbaşılar genelkurmay başkanını tutuklamadılar mı 27 Mayıs darbesinde?
Altlarını tutamayan ve bu yüzden Anayasaları lağvedip TBMM’yi kapatan komutanların dönemi geride kaldı.
Artık altlar da üstler de, demokrasisini yitirmiş bir Türkiye’nin yaşayabileceği serüvenlerin arasında bölünme tehlikesinin bile bulunduğunu biliyor.
Ayrıca bir NATO ordusunda üst göreve atanan her komutan ilk iş olarak Washington’u ziyaret ederken, altların anti-Amerikanizm ve 3’üncü dünyalılık sözcülüğünü yapmaları, Baas modeli rejimi Atatürkçülük diye sunmaları artık herhalde mantığa sığmıyor. Bu sadece emekli generaller için var olan bir ayrıcalık konumuna itiliyor.
Ancak bu “altını tutamak” sorunsalı şimdi özellikle sivil kesimler ve meslekler için hala geçerli.
Bir ilkokul müdürü
Azerbaycan’ın Ulusal Radyo Ve Televizyon Kurulu (Azerbaycan Respublikası Milli Televiziya ve Radio Şurası), geçtiğimiz 14 Mart’taki bir kararı ile Azerice’yi yabancı dillere karşı korumak için Azeri televizyonlarında yabancı dilde yayın yapılmasını yasaklamış. 14 Mart kararında Türkçe yasaklı diller arasında bulunmadığı için, dublaj ve alt yazı harcamalarından kaçan televizyon kanalları sürekli Türkçe film ve dizileri oynatmaya başlamışlar.
Bunun üzerine Azeri RTÜK’ü 1 Ocak 2008’den itibaren Türkçe’nin de yasaklı diller arasına gireceğini karara bağlamış.
Bu karar herhalde bizde toplumun derin duygularını zedelerken, şaşkınlık da yaratacaktır. Çünkü Azerilerin hem ırkları hem de dilleri ile bizden olduklarını düşünürüz.
Hepimiz Türküz aslında
Aslında bu böyledir de.
Dünyada Türkçe konuşan insanların toplam sayısının 170 milyon dolayında bulunduğu bilinir. Ancak bu Türkçelerin hepsi aynı lehçeden değildir. Örneğin bizim Anadolu’da konuştuğumuz Türkçe de, Azeri Türkçesi de, Türkmence ve Gagavuz Türkçesi gibi
Trafik kurallarına uyulmaması kentli yaşamın ağırlıklı sorunu.
“Özel yaşamlara saygılı olmak” kuralını pek hatırlayan yok gibi.
“Bel altına vurmamak” kuralı, sadece boksta geçerli.
“Hakem kararlarına uymak” kuralı ise, futbolda bile söz konusu değil artık. Her yenilen neden yenildiğini değil, hakemlerin neden kendilerini yendirdiğini anlatmaya çalışıyor televizyon programlarında.
Meğer bu toplum için “protokol kuralları” hala en üstün değermiş.
“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül neden Suudi Arabistan Kralı’nın ayağına gidip, protokol kurallarını çiğnetti?” diye günlerdir yazıyor, tartışıyor ve olayı kınıyoruz.
Bildik bilmedik herkes protokolcü ve kuralcı oluverdi bir anda.
Mesela geçen hafta Star’da, Malezya’nın Türkiye’de bilinen otomobil markası Proton’un, sadece Müslümanlara uygun bir otomobil üretmeyi planladığı haberi vardı. Buna göre hedef kitlesini dünyadaki Müslüman otomobil kullanıcıların oluşturacağı araçta, kıbleyi bulan gelişmiş pusulalar, Kur’an-ı Kerim yerleştirmek için özel bölmeler, namaz vakitlerini bildiren yol bilgisayarı gibi özellikler bulunacakmış.
“Türkiye Malezya olur mu?” sorusuna cevap aranırken, kelime olarak hiç de Malezyalı olmayan bir markanın (Proton), hepsi de İslam dünyası dışındaki buluşlarla donatılacak aracı “İslami araba” diye sunma projesi, herhalde çarpıcıydı.
Özel kullanıma ‘A-380’ olur mu?
Bu haberden sonra başka bir haber de Paris’ten geldi. Buna göre dünyanın en zengin 13’üncü adamı (kişisel serveti 20 milyar dolar) Suudi Prens Velid Bin Tallal, bizim de Türkiye’de hayranlık ve hayret duyguları içinde izlediğimiz Airbus’ın A-380 modelinden bir tanesini özel kullanımı için sipariş etmişti.
Uzunluğu 73 metre, kanatlarının genişliği 80 metre olan 560 ton ağırlığındaki bu dev yolcu uçağı için, Prens’in 300 milyon dolar ödeyeceği açıklanmıştı. Uçağın içindeki salonların ve diğer bölümlerin döşenmesi için de 100 milyon doları aşkın harcama yapılacağı, haberde vardı.
Bu uçakta da İslami arabadaki gibi bir GPS ile nerede bulunulduğu anlaşılacaktı. Belki de uçaktaki elektronik pusulaya bağlı bir
Askeri savcının mahkeme tarafından kabul edilen tutuklama isteminin gerekçeleri ise, gazete haberlerinde şöyle verildi:
- Suçun vasıf ve mahiyetinin askeri disiplini aşırı derecede sarsmış olması, büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar suçunun işlendiğini gösteren kuvvetli delillerin bulunması ve izinsiz olarak başka ülkenin topraklarına geçmek…
Askeri yargının bu olayı adil biçimde değerlendireceğine güveniyorum.
Adaletin tecellisinin, kamuoyuna yansıyan çeşitli demeçlerle engelleneceğini düşünmek bile istemiyorum. Çünkü “esaret”in de “şehadet” gibi askerlik mesleğinin öğelerinden biri olduğunu, en iyi askeri yargıçlar bilir.
Uluslararası hukuk açısından
Nitekim uluslararası anlaşmalara dayalı ve savaş esirlerinin konumunu belirleyen düzenleyici hukuk metinleri de, bu gerçeğin kanıtıdır. Vestfalya Barışı’ndan (1648) başlayarak, Brüksel Konferansı (1874), La Hey Konvansiyonu (1907), Cenevre Konvansiyonları (1929 ve 1949), savaş esirlerinin konumlarını düzenlemiştir. Bu metinlerde savaş esiri statüsüne alınmayanlar ise,
Eğer bu mümkün olsaydı Nasreddin Hoca’nın “Dünyanın merkezi eşeğimin sol arka ayağının bastığı yerdir” demesi gibi, bizler de cumhuriyetin, demokrasinin, laikliğin yerli malı icatlar olduğuna inanarak, ömrümüzü geçirebilirdik.
Ya da “tek kitap”lılık kültürüne karşı “tek adam”lılık kültürünü çıkartarak, aydınlanmanın erdemlerini savunabileceğimize sonsuza kadar inanabilirdik.
Ama biz Türkiye olarak dünyalı, çok sesli ve çağdaş olmayı seçtik.
Bu nedenle Atatürk hala biz Türkler için “kurtarıcı” ve “kurucu” olarak aklımızdaki ve gönlümüzdeki yerini koruyor. Türkiye’yi yönetenler de, çeşitli meslekleri icra edenler de, bugünün sorunlarını anlayıp çözümler üretirken, dondurulmuş bir Kemalist doktrini yorumlayıp kelimeler arasında yön bulmaya değil, yurt ve dünya gerçekleri ışığında karar almaya yöneliyorlar.
Dünyanın yakın tarihte tanıdığı “tek adam”ların hatıraları bile, Atatürk’ün hatırası gibi kalıcı olamadılar.
Enver Hoca örneği