Tabii ki bu konuya en fazla ilgi duyanlar, medya mensupları… Medya patronları, medya yöneticileri, medya emekçileri, gelişmeleri nefes nefese izliyorlar.
Medya patronları açısından piyasaya yeni bir rakibin girmesi söz konusu.
Deneyim sahibi medya patronları, bu alanın yabancısı olan Ahmet Çalık’a, herhalde hem imrenerek hem de acıyarak bakıyorlar.
İmrenmeleri doğal. Çünkü medya patronu olmak, “yıpranmak”, “hedef olmak”, “arada kalmak” gibi olguları da beraberinde getiriyor. Yeni bir medya patronu ise, bütün bu olumsuzluklara henüz konu olmamış ve medya patronu olmanın sadece avantajlarına sahip bir kişidir.
Avantajlar ve dezavantajlar
Herkesin ürktüğü ünlü gazeteciler, karşısında el pençe divan durur. Randevu almak için günlerce beklediği siyasiler, medya patronuna hemen kapılarını açarlar. Özel yaşamı medyatik bir öz-sansürle korunur. Sosyetenin ve sermayenin protokolünde ön masaya geçer hemen.
FH- Bu hanıma nazımla mi yazmak istiyorsunuz?
J- Hayır hayır nazım istemez.
FH- Nesir mi olsun istiyorsunuz?
J- Hayır ne nazım isterim ne de nesir.
FH- İyi ama, ya nesir olacak, ya da nazım.
J- Neden?
FH- Çünkü efendim, meramını anlatmanın nesirle nazımdan başka şekli yoktur.
J- Nazımla nesirden başka bir şekil yok mudur?
Meğer AK Parti’de gazete yazarlarına not veriliyormuş. MKYK toplantılarında iktidarı öven gazetecilerle, muhalefet yapan gazeteciler birer birer saptanıyor ve not veriliyormuş. Bunlardan bazılarına “pekiyi” notu verilirken bazılarına “sınıfı geçer” deniliyor, bazıları da sınıfta bırakılıyormuş.
Böylesine akılsızca bir uygulama gerçekten AK Parti’de yapılıyorsa, bunu kimden öğrendiklerini de mutlaka araştırmak gerekiyor.
Acaba gazetecileri kategorize edip, bazılarını kara listeye alan Genelkurmay’ın “akreditasyon” modelinin yaratıcısı basın uzmanlarından mı öğrendiler bu not verme modelini?
Belki de 28 Şubat post-modern darbesi sürecinde bazı gazetecileri andıçlayan “Batı Çalışma Grubu”nun uygulamaları onlara ilham verdi.
Acaba kartelciler mi?
Bir ihtimal de, 28 Şubat sürecinde kartel kurup, bazı gazetecileri susturan ve işsiz bırakan medya sermayelerinden ve yöneticilerinden AK Partililerin esinlenmiş olabilecekleridir.
Petrolden ya da kıymetli madenlerden söz etmiyoruz.
“Truf” denilen kokulu mantar da, balinanın kusmuğu olan “ambergis” de bunları bulanlara servetler kazandırıyor.
Geçen yıl Avusturalyalı bir çift (Leon ve Loralee Wright), ülkenin güney kıyılarında tatil yaparlarken, kumların üzerinde dalgaların sahile vurduğu kaya parçasına benzer 15 kilo ağırlığında bir katı kitleye rastlamışlardı. Uyanık oldukları için bu kitleyi evlerine taşıdılar.
Ambergis piyangosu
Bu, parfüm endüstrisinde altından daha değerli olan ve gramı 20 dolardan fazlaya alıcı bulan katılaşmış balina kusmuğuydu. Bu ambergis kitlesini 295 bin dolara sattılar.
Geçen hafta da İtalya’da Pisa yakınlarındaki bir ormanda Luciano Savini ve oğlu ormanda yürürlerken, köpekleri toprağı koklayıp, eşelemeye başladı. Baba oğul oradan 1,5 kilo ağırlığında bir truf çıkardılar. Bu mantar müzayedede 330 bin dolara satıldı.
Aslında mantar dünyanın her coğrafyasında var. Toprağın altından çıkartılan vahşi mantarlardan bizim Gaziantep’tekilere “keme”, Konya’dakilere “domalan” denilir ya.
Mesela şöyle demiş:
- Madem köşeci olmuştur, Kader ona öylesi (esasında saçma) bir piyango buyurmuştur, BU İŞİ muhakkak ebediyete kadar sürdürecektir. İyi mi kötü mü yaptığının, dişe dokunur bir lafı olup olmadığının ve hatta köşesinde teranelediklerinin alıcısı olup olmadığının dahi, zerre kadar önemi yoktur… O yazmayı tatminkâr bir ısrarla sürdürecektir. Memleket (isimli ego problemi) ondan hizmet beklemektedir!
Perihan Mağden’in bu köşe yazısı bile, köşe yazarlığı ile sunulan bir memleket-ötesi “hizmet”in de varlığını kanıtlamıyor mu? Bir köşe yazarının köşedaşlarına “teranelemeyin” demesi, en azından mesleğe dönük bir hizmet değil midir?
Birer kişilik dinler
Siz sayın okurları bilmem ama ben gazeteleri açtığımda önce köşelere bakıyorum. Bazen ülkedeki çok sesliliğin, bazen kafa karışıklığının aynasıdır köşeler.
İktidar partisine siyasi alternatifin olmamasından her dakika yakınılan bu toplumda, bazı köşe yazarları kendilerini iktidar alternatifi olarak görmüyorlar mı?
Uçakta ölen yolcular arasında annesi Melike Ceylan'ın kucağındaki 1.5 aylık Ceren bebek de vardı, Süleyman Demirel Üniversitesi’ndeki konferansa davetli olarak giden Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Engin Arık da vardı.
Biri daha yaşama ilk adımını atmış, diğeri ise mesleğinin zirvesine ulaşmış iki insanın kaderini “ecel”de birleştiren bilmeceyi çözmek mümkün değil.
Uçak kazaları, karayollarındaki trafik kazalarından farklı şoklara sebep oluyor kamuoyunda. Bunun ana nedeni uçak kazasından kurtulma ihtimalinin düşüklüğü.
Bir de, yolcularını uğurlayan veya karşılamaya gelen yakınların, hava alanlarında yaşadıkları trajik çaresizlik herkesi derinine etkiliyor. Olayı izleyenler, bilinç altında kendilerini bazen ölen yolcuların, bazen de onları uğurlayan veya karşılamak için bekleyen yakınlarının yerine koyuyor.
Hava taşımacılığı, geçmiştekinden çok farklı ve katı güvenlik kurallarına bağlı şimdi. Hava yolculuğu, kara yolculuğundan kesinlikle daha güvenli. Bütün istatistikler bunu gösteriyor. Ama uçak kazaları azalmış olsa da, bunları sıfıra indirmek mümkün değil.
Yapabileceğimiz tek şey, bu son kazanın nedeninin anlaşılmasını ve benzer nedenlerin tekrarlanmasının önüne geçilmesini beklememizdir.
Bir de yakınlarını bu kazada kaybedenlerin acılarını paylaşabiliriz.
Gerçekten ölümden öteye köy yoktur. Bütün yaşayanlar bunu bilmeli ve ata sözünde söylenildiği üzere, herkes yarın ölecekmiş gibi hazırlıklı olmalı ve hiç ölmeyecekmiş gibi hayata sıkı sıkıya sarılmalıdır.
Bu yazıdan öğrendiğimize göre kıyamet alametleri konusunda Kuran’da açık bir ayet yoktur. “Allah’tan başka kimsenin bilmeyeceği, ansızın gelecek olan kıyametin ise Peygambere de bildirilmediği Kur’ân-ı Kerim’de vurgulanmaktadır.” Ancak bazı ayetlere dayanılarak ve birbirleri ile çelişkili rivayetler kullanılarak, “zorlama yorumlar” yapılmıştır.
Dr. Seyhan kitabında bu şekilde üretilen zorlama yorumlara dayalı “kıyamet alametleri”nin 219 tanesini sıralayıp, irdelemiş.
Kıyamet türleri
Bütün bu değerlendirmelerin sonunda Süleyman Ateş konuyu şöyle noktalamış yazısında:
“Ragıb el-Isfahani’nin açıkladığı üzere üç türlü kıyamet vardır:
1- KÜÇÜK KIYAMET: Bireyin ölümü, kişisel kıyamet.
Vatan’daki son yazısında, hatasını tırmandırırken bana yüklenmiş ve “Kadınlar rakı erkeklerini sevmez” savını tekrarlayarak, “rejim” karşıtlığını da yine vurgulamış.
Cumhuriyet Mitingleri’nde ellerindeki bayrakları dalgalandırarak kent meydanlarını dolduran kadınlar, Atatürk rakı içiyordu diye, O’nu sevmiyorlar mıydı yani?
Reha Muhtar Papermoon’da şarap içerken karşısındaki kadınlarla herhalde tarih konuşmaz. Çünkü böyle konuları rakı içenlere bırakır.
İyisi mi ben kendisine tarihten bir sayfa açayım:
İzmir'in kurtuluşu ertesinde Atatürk Kramer Oteli’nin körfez manzarasına açılan lokantasına gider. Kendisine servis yapan garsonla şu konuşma geçer aralarında:
- Kral Konstantin, bu otele gelip rakı içti mi?
- Hayır Paşa efendimiz.
- Öyleyse İzmir’i niye almak istemiş ki?