Bravo doğrusu, polis dayağı ile ilgili fatura döndü dolaştı ve sonunda medya’ya çıkarıldı. Başbakan, medya’nın reyting uğruna polisini Avrupa’ya jurnallediğini söyledi. Ne kadar talihsiz bir açıklama...
Bravo doğrusu, polis dayağı ile ilgili fatura döndü dolaştı ve sonunda medya’ya çıkarıldı.
Başbakan, medya’nın reyting uğruna polisini Avrupa’ya jurnallediğini söyledi.
Ne kadar talihsiz bir açıklama…
Bu tip olayların bir daha tekrarlanmaması için gereken önlemlerin alındığını ayrıntılarıyla açıklamak, toplum ile polis arasındaki ilişkinin düzeltilmesi için çalışmaları ön plana çıkartmak yerine, Başbakan medya’yı suçluyor.
Artık bu kadarı da olmaz.
Medya ne yapmalıydı?
Polis kadınları yerde sürükleyip tekmeyi ve cobu basarken, “Hayır Allahım, ben bunu çekemem. Vatanımı çok seviyorum. Vatanım aleyhine kullanırlar ve bizi kötü şekilde eleştirirler” mi demesi gerekiyordu?
Medya’nın işlevi galiba tam olarak anlaşılamıyor.
Gazetecilerin görevi, ülke propagandası yapmak değildir. Kamerası veya fotoğraf makinasını kullanırken, çektiklerinden hangisinin yabancı ajanslar tarafından alınacağını, hangilerinin sadece içerde kullanılacağını bilemez. Ayrıca, Uluslararası basın arasındaki alışveriş “ihbar” üzerine kurulu değildir. Kimse kimseyi ihbar etmez. “Aman Henry bizde harika bir dayak filmi veya resmi var!” demez. Herkes birbirini görür, elindeki görüntüleri bilir. Konu ilgisini çekerse, yayınlar ve parasını öder.
Artık bazı şeylere alışmamız gerekiyor.
Bundan böyle, belirli kurallara uymak zorundayız. Uygar bir yaşama geçebilmek için, belirli değerlere sahip çıkmalıyız.
Evet, Avrupa medyasının tepkisinin abartılı olduğunu söyleyebiliriz. Avrupanın, Türkiye’deki gelişmelere daha bir farklı baktığını, çifte standart kullandığını da tartışabiliriz. Ancak hiçbirimiz, dayağı savunmamalıyız. Hele, faturayı medya’ya kesmemeliyiz.
* * * MİLLİ EMLAK’IN ERMENİ TIRPANI
Geçenlerde Azınlık Vakıflarıyla ilgili olarak, bürokrasinin Türkiye’nin başını zorla derde soktuğunu yazmıştım. Azınlık vatandaşlarımıza ait vakıfların ellerindeki mallara uygulanan yaklaşımın anlaşılmaz boyutlara vardığını ve bazı devlet kuruluşlarının bu vakıflara adeta düşman muamelesi yaptığına dikkat çekmiştim.
Tipik bir örneğini, Çarşamba günkü Radikal’de okudum.
Ermeni cemaatine ait ve 1992 yılında Milli Emlak’a devredilen, Beyoğlundaki Surp Pırgiç Ermeni hastanesine ait yedi katlı bir bina sessiz sedasız satılılıvermiş.
Dışişleri Bakanlığı’nın tüm tepkilerine, itirazlarına ve bu mallar için bir çözüm bulunmaya çalışıldığı sırada, Milli Emlak bu binayı elinden çıkararak, belki de farkına varmadan ülkemizin başına yeni bir sorun çıkartmıştır.
Geçmiş yıllardaki devlet politikası, Azınlık Vakıflarının ellerindeki malların eritilmesine dönüktü. Vakıfların yeni gayrimenkul edinmeleri yasaklanmıştı. Yargı da bu politikalara göre kararlar alıyordu.
Bu bina’nın hikayesi de, eski uygulamaların tipik bir örneğini oluşturmuştur.
Bina 1952 yılında vasiyet yoluyla Surp Pırgiç Ermeni Hastanesine Vakfı’na geçerek, vakıf adına tapu tescili yapıldı. Maliye ve Gümrük Bakanlığı, İstanbul Deterdarlığı kanalıyla 13 Ocak 1992’de, Beyoğlu 2. Asliye Mahkemesine’de başvurdu. Bakanlık, Yargıtay’ın 1974’te aldığı, azınlık vakıflarının, kendilerine beyanname yükümlülüğü getiren 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun çıktığı 1936 yılından sonra “mülk edinemeyecekleri” yönündeki kararına dayanarak, tapu kaydının iptal edilmesi ve gayrimenkulun eski sahibine iadesi için dava açtı. Mahkeme altı yıl süren dava sonucunda, 24 Şubat 1998'de, tapunun iptali ve gayrimenkulun eski sahibine iadesine karar verdi. Vakıf karara itiraz ederek, temyize gitti. Ancak Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi, itirazı yerinde bulmayarak, hükmü onayladı. Kararın tashihi için bir kez daha itiraz eden vakfın, bu isteği de kabul edilmedi. Gayrimenkul, 26 Ocak 1999'da vakfın elinden alınarak, eski sahibine iade edildi. Eski sahibi bulunamayan gayrimenkul, daha sonra da Hazine Genel Müdürlüğü'ne geçti. Bunun üzerine söz konusu vakıf, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurdu. Dava geçen yıl kabul edilebilir bulundu ve başka bir davayla birleştirilerek, değerlendirmeye alındı.
YA DEVLET VEYA BİNAYI ALAN YANDI…
Bundan sonra neler olacağını şimdiden tahmin edebiliriz.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, büyük olasılıkla, Avrupa sözleşmelerini ve uygulamaları dikkate alıp, binanın Ermeni Vakfından geri alınmasından başlayıp satışına kadar geçen süreci iptal edecek ve Surp Pırgiç hastanesine geri verilmesini kararlaştıracak.
Eğer Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gecikirse, bu defa Avrupa Birliği devreye girecek. Türkiye’ ye, verdiği sözleri hatırlatacak.
Şimdi Dışişleri Bakanlığı ve AB Genel Sekreterliği de merak içinde. Milli Emlakın ne acelesi vardı da, bu binayı hemen elden çıkardı? Zira şu sıralarda Dış, İç ve Adalet Bakanlarından oluşan izleme grubu Vakıflar Genel Müdürlüğü ile anlaşmaya çalışıyor. Üstelik Türkiye’nin AB’ye, Azınlık mülklerinin iadesi ve tazmini konusunda verdiği bir söz var ve bu konudaki yasanın da 3 Ekim’e kadar çıkarılması gerekiyor.
Sonuçta, Milli Emlak’ın bu tutumu nedeniyle, ilerde Devlet Vakfa büyük bir tazminat ödemek zorunda kalacak veya bina, parası iade edilip yeni sahibinin elinden geri alınacak.
Bu konuda Milli Emlak ile de konuştum. Ortada kesinleşmiş mahkeme kararı olduğunu, üstelik ihalenin henüz onay aşamasında bulunduğunu ve son kararı bakanlığın vereceğin, herhangi bir aceleye getirmenin söz konusu olmadığını belirtti.
Anlaşılan, kurumlar arası iletişimsizlik hala sürüyor.
* * *
(Bu yazı, Posta Gazetesinde ve aynı gün Hürriyet Gazetesinin tüm dış yayınlarında, Hürriyet internet sitesinde (www.hurriyetim.com.tr) Milliyet internet sitesinde (www.milliyet.com.tr) ve Daily News ekibi tarafından tercüme edildikten sonra hem ana gazetede, hem de Daily News internet sitesinde (www.turkishdailynews.com.) yayınlanmaktadır.)