Paylaş
Bir ülkenin ekonomisi son derece değişik unsurlardan etkilenir. Sadece, ihracatın ithalata oranla daha fazla olması, dış kaynağın bolluğu ve genel yapının sağlamlığı yetmez. Ekonomiyi yönetenlerin tutumu, vücut dilleri, saptamaları ,söyledikleri sözler son derece önemlidir. Özellikle, işler yolunda gitmemeye başladığında yöneticilik rolleri daha ağırlıklı olarak öne çıkar. Herkesin gözü, lider durumundaki yöneticilere döner. Tek cümlelerinden bir anlam çıkarılır. Duruma hakim olup olmadıkları tartılır. Toplumun algısı, ya yöneticilere güveni arttırır veya aksine krizi derinleştirir.
Örnek verirsek, son birkaç aydır ülkemizde yaşananlara atıfta bulunabiliriz.
Eylül ayında, Lehman Brothers’ın çökmesiyle birden bire manşetlere çıkan parasal krizi Türkiye’de önce iş çevreleri, hakkını vererek algıladı. Hele ardından ,hemen hergün Washington’dan önlem paketi haberleri çıktıkça, Türk kamu oyundaki kaygılar daha da büyüdü. Herkes Ankara’ya döndü…
Başbakan Erdoğan ise, “Türkiyemizin pek etkilenmeyeceğini… Krizin teğet geçebileceğini…Hamdolsun durumun kötü olmadığını” söylemekle yetindi. Son derece soğukkanlı şekilde davrandı.
Başbakan aslında bilgisizlikten değil, iletişim politikasını iyi algılayamadığından dolayı ve sırf “Halkı telaşlandırmayalım” gerekçesiyle böyle hareket etmişti. Oysa bilemediği veya hesaplayamadığı konu, toplumun bu söylemi çoktan aştığı idi..Halk tehlikeyi net şekilde algılamış ve yatıştırma yerine, tam aksine krize karşı hangi önlemlerin devreye sokulacağıyla ilgili haberleri istiyordu.
İş çevreleri baskısını arttırıp ardı ardına “Ankara duyarsız… Plan program hazırlanmalı…Önlem paketi yok…”demeçleri verince , Başbakan bu defa sinirlendi. Bu uyarıları veya beklentileri kendine karşı bir siyasi komplo gibi algıladı.
Hadi Başbakan böyle davranıyordu da, ekonominin dümenini bıraktığımız, Hazine Bakanı Mehmet Şimşek, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve Ekonomiden sorumlu Bakan Nazım Erken de, herhalde patronlarıyla ters düşmemek için, aynı yaklaşımla toplumun önüne çıktılar. Başbakana ya söz geçiremediklerinden veya söz söylemekten korktuklarından dolayı, ne kriz uyarısı yapabildiler, nede önlem paketi hazırlığı ile topluma güven verebildiler.
Taaki kriz artık saklanamaz noktaya gelene kadar. Ondan sonrasında hem Başbakanın söylemi değişti, hem de hazırlıklar (özellikle de IMF’le anlaşma) toplumu bir ölçüde rahatlattı.
Belki bazıları memnun kalmayacaklar, ancak iş çevrelerinden sık sık “ Keşke bu dönemde Babacan ekonominin başında olsaydı” sözlerini duyuyorum. Başbakana olan yakınlığı ve daha da önemlisi, muhalifleri dahil, iş çevrelerine verdiği güven, Babacan’ı “böyle günlerin adamı ” yapıyor.
Babacan zaten AB Baş müzakereciliğine pek zaman ayırmıyor. Daha doğrusu, AB ile müzakere kalmadığı için, baş müzakereciye de gerek olmadığından hareketle , Babacan’ın tekrar ekonominin dümenine geçmesi durumunda, hem iç hem dış çevreler çok memnun kalacaklardır.
İnşallah Başbakan haklı çıkar...
Eylül ayında başlayan küresel krizin ülkemizi vurması konusunda garip bir tartışma yaşıyoruz.
İş çevreleri sürekli şekilde uyarıyorlar. Krizin son derece sert vuracağı, buna karşılık hükümetin gereken önlemleri almadığı, İMF ile anlaşmanın da geciktiği söyleniyor.
Başbakan ise, İMF’ye ümüğümü sıktırmam diyor.
Haftasonu da, krizin tepe noktasına çıktığını ve artık yavaş yavaş yatışma sürecine girildiğini açıkladı.
Kimse kriz istemez.
Kriz demek işsizlik demektir.
Umarız Erdoğan’ın tahminleri gerçekleşir. Yani, kriz Türkiye’yi başkaları kadar vurmaz ve gerçekten inişe geçmiştir.
Yine de, toplumun kendini güvende görmek istediği de bir gerçek. Haftalardır beklenen önlemlerin sürekli ertelenmesi, IMF ile anlaşmanın tamamlanamaması, kim ne derse desin kimseyi memnun etmiyor.
2009 sonunda bilanço yapılacak. Bakalım kim haklı, kim haksız anlaşılacak. Ancak sonunda, ezilen kesin bu tartışmayı izleyen işçi olacak.
Yazık değil mi?
Paylaş