Paylaş
Ergenekon çetesi hepimizle alay eder gibi çalışıyordu. Göz göre göre, açıkça suikast girişimlerine isimleri karışıyor, orada burada bomba patlatıyorlardı.
İşin kötü yanı, bütün bunları da Silahlı Kuvvetler adına yapıyorlarmış gibi davranıyorlar, Orduyu lekeliyorlar, kamuoyunun önemli bir bölümünün gözünde hırpalanmasına yol açıyorlardı.
“Ulusalcılık” adına bir yabancı düşmanlığı, azınlıklara kindar bir yaklaşım ve giderek Türk-Kürt çatışmasına yol açabilecek eylem hazırlığı içinde de görünüyorlardı.
Bütün bunlara karşın, serbestçe dolaşıyorlar, meydan okur gibi hareket ediyorlardı. Nihayet Devlet, bu rezilliğe son verme kararı verdi.
Umarız, şimdi Derin Devlet yine harekete geçip bu çeteyi kurtarmaz (!)
Ancak, bu konuda kuşkular var.Geçen gün Hasan Cemal’de yazdı.Benim gibibirçok kişinin kaygısı, Susurluk’ta olduğu gibibirileri minareye kılıf uydurup bu kişilerin ya kurtulmalarına veya çok az cezalarla işi atlatmalarına yardımcı olacaklar.
Ne kötü bir duygu değil mi? Kendi ülkenizin bazı mekanizmalarına güvenemiyorsunuz.
İnanamıyorsunuz.
Bakalım bu filmin sonu nasıl bitecek?
Bu arada filmi seyrederken dahi gariplikler yaşıyoruz. Herhalde farkındasınızdır, Ergenekon çetesiyle ilgili televizyon haberlerine sansür geldi. Mahkeme kararından sonra RTÜK sopayı gösterdi “yayın yapamazsınız” dedi.
Oysa gazetelere bir bakın.
Ergenekon çetesiyle ilgili her türlü bilgi sayfa sayfa yayınlanıyor.
Aynı şekilde internet medyasında da çeteyle ilgili her türlü ayrıntı mevcut.
Gazeteler ve internet medyasında yayınlananları televizyoncular da biliyor. Hatta daha fazlasını bilseler bile hiç birini yayınlayamıyorlar.
Nedeni basit RTÜK.
İşte bu fark televizyon habercilerini isyan ettiriyor.
Sakın yanlış anlamayın
Gazeteler ve internet için de yasak konulsun demiyorum.
Ama aradaki bu büyük fark kaldırılmalıdır.
Toplumun haber alma özgürlüğü,yazılı veya görsel basına göre farklı uygulamalara tabi tutulmamalıdır.
Haber alma özgürlüğünün tam olarak kullanılabilmesi için,tüm medya araçlarınaeşit koşullar yaratılmalıdır.
Yoksa bu yasaklar, kendini devlet yerine koyan , cinayet işleyen hatta darbe hesapları yapanderin çeteler için bir korumaya dönüşüyor.
Oysa çağdaş demokrasiler yasaklar yerine vatandaşlarının bilgi edinme hakkını esas alıyor.Şeffaf toplumu demokrasinin güvencesi sayıyor.
KÜRT SORUNUNU
BU NOKTAYA BİZ GETİRMİŞİZ
Can Dündar ve Rıdvan Akar Milliyet’te çok çarpıcı bir yazı dizisine başladılar. Kitap olarak da hazırladıkları Ecevit ve Gizli Arşivi yazı dizisinden görüyoruz ki Kürt Sorunu ya da bu bölgede devletin “bölücülük” olarak tanımladığı sorun bundan 47 yıl önce de devleti yönetenleri meşgul ediyormuş. O yıllarda DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) içinde kurulan ve asker ve bürokratlardan oluşan “Doğu Grubu”na göre bölge halkının devlete daha sıkı bağlanması halinde “Vatan bütünlüğü korunabilirdi.” Aksi halde tehlike büyüktü.
Peki bölge halkını devlete bağlamak için ne yapılmalıydı?
Politika Dairesi Başkanı Kurmay Albay Haşim Tosun imzasıyla hazırlanan 1961 tarihli raporda,şu önlemler önerilmiş:
- Kürtlerin asimile edilmesi.
- Bölgede “kendilerini Kürt sananlar”ın nüfus yapısı içindeki yoğunluğunun azaltılması için Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek.
- Türkiye'de kendilerini Kürt sananlarla İran ve Irak'taki Kürtlerin irtibatını kesmek.
- Doğu ve Batı Anadolu’daki personel kadrosundabölge halkından olan işçiler için kontenjan ayırmak.
- Kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve bunun için özel mekanizma kurulması... Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkanları sağlanması...
- Doğuya, kendilerini Kürt sananlardan vali, kaymakam, hâkim, jandarma subayı,astsubay, öğretmen, memur gönderilmesi...
Rapor devletin bu sorunu son derece yüzeysel gördüğünü ve iyi anlayamadığını ortaya koyuyor. Nitekim Dündar ve Akar’ın yayınladığı 1974 tarihli bir başka MGK belgesinde ise, bu defa MGK’nın 1961’de hazırlanan rapordaki önerilerin hayata geçirilmemesinden kaynaklanan rahatsızlık dile getiriliyor. Oysa o yıllarda ne terör ne de PKK vardı.
Ama bu raporlardan anlıyoruz ki başından beri bu konuya politikacılareğilmek istememişler ve işi askerin denetimine bırakmışlar. Kürt Sorunu denilen olgu asker ve bürokratların elinde kalmış. Onlar da bu olayı Kürtlerin asimilasyonu olarak görmüşler.Sonuçta, gelinen noktanın, biraz cehalet, biraz vurdumduymazlık ve Türkiye’yi yönetenlerin büyük oranda “Kürt kökenli vatandaşlarımızı insan yerine koymamalarından” kaynaklandığı anlaşılıyor.
Bedelini ise hem Türkler hem de Kürtler hala ödüyorlar.
AYIPTIR, BIRAKIN ORHAN PAMUK’UN YAKASINI
Bravo doğrusu... Adalet mekanizmamızın köşelerini tutan anlayış her geçen gün biraz daha anlaşılıyor.
Orhan Pamuk’un yakasını bırakmamakkonusunda kararlılar. Şimdi de, neredeyse Türk halkına“Pamuk’a tazminat davaları açın” mesajı veriliyor.
Görüş açıklamak, farklı düşünmek bu ülkede yasak. Sinirlensek dahi, kızsak dahi, bizim gibi düşünmeyenlere tahammül edemiyoruz.Ne kamuoyu, ne de adalet mekanizması uygar düşünceyi kaldıramıyor.
Ya herkes gibi düşünecek, konuşacaksınız veya hırpalanacaksınız...
Nobel ödülünü taşıyamadık.
Ne tadına varabildik, ne de sahibini ödüllendirebildik.
Nobel bize dar geldi.
BUNA ADALET Mİ DİYORSUNUZ?
2.5 yıl önce Van savcısı Ferhat Sarıkaya tarafından açılan bir dava, ülke adalet mekanizmasının nasıl döküldüğünün yeni bir örneğini verdi.
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın, Genel Sekreter yardımcısı Enver Arpalı ve diğer bazı kişiler hakkında, 25 milyon dolarlık tıp malzemeleri ihalesinde, çıkar amaçlı suç örgütü kurarak, usulsüzlük yaptıkları gerekçesiyle açılan davanın sonundagelinilen nokta hepimiziderin şekilde düşündürmelidir.
Başından sonuna kadar,yetki kavgasıyla veusulsüzlüklerle dolu 2,5 yıllık yargı süreci beraat ile bitti. Demek ki, savcı boş bir dava açmış. Onca yıl insanlar boş yere lekelenmiş.
Faturası çok ağır: Enver Arpalı intihar etti, Yücel Aşkın kalp spazmı geçirdi. Koskoca bir bilim camiası yıpratıldı.
Buna mı “adalet” diyoruz?
Yazık değil mi? Hem de çok yazık.
Peki, bu örnekleri yaşayıp, eleştiri yazıları yazıp günlük hayatımıza devam mı edeceğiz?
Seyirci kalmamamız gerekiyor.
Savcı ve yargıçlarımızı, değişen koşullara göre eğitemediğimizi artık kabul etmeli ve gereken reformları devreye sokmalıyız. Aksi halde “bu ülkede adalet yok” söylemi daha da yaygınlaşacaktır.
AS 3-5’İNİ, BAK BİR DAHA GİREBİLİYORLAR MI?
YOUTUBE’a önüne gelenmahkeme bir ulaşım yasağı koyuyor. Bu konuda lider ülkeyiz. En çok yasaklama Türkiye’den kaynaklanıyor.
Sorunlarımızı yasaklarla çözmeye bayılıyoruz.
Ne eleştiriye tahammülümüz var, ne farklı görüşlere. Üstelik, YOUTUBE’a yasak Türk halkının cezalandırılmasına dönüşmüş durumda. Bütün dünya yine Atatürk aleyhindekivideoları izleyebiliyor, yine Türkiye’yi yeren klipleri görüyor. Hiçbir zaman “yasaklamadan, bu tip videoları nasıl etkisizleştiririz?” diye düşünmüyoruz. Bunun için çalışmak, kafa yormak gerekiyor. Oysa, yasakladın mı, işi temelden çözüveriyoruz. (!)
Dünyanın çok gerisinde kalmış bir toplumuz vesselam.
TAHA AKYOL’UN
ATATÜRK’Ü...
Taha Akyol kadar kendini yenileyen, kendini aşan, sağduyusu giderek güçlenen az yazarımız vardır. Değişmeyi ve gelişmeyi, kimilerimiz “döneklik” diye nitelerler. Oysa tam aksine, değişen dünya’ya değişik gözlüklerle bakanlar bizi zenginleştirirler. Taha Akyol, bizizenginleştiren isimlerin tepesindeki listededir. Köşe yazıları, kitapları ve CNN TÜRK’tekiprogramlarıyla, her gün her hafta bize yeni bir şeyler öğretir..
Son kitabı, “Ama Hangi Atatürk” (Doğan Kitap) hepimizin sürekli olarak sorduğu bir soruya yanıt arıyor. Son derece titiz ve en önemlisi son derece tarafsız bir araştırma. Her isteyene bir Atatürk var. Yeter ki, siz birini seçin.
“Mazlum Milletlerin” bağımsızlığını savunan, Bolşevik ve İslami temaların öncülüğünü yapan Atatürk mü?
Yoksa, Batılaşma bayrağını çeken ve koskocabir ülkeyi bu yöne götüren Atatürk mü?
Her eve göre bir Atatürk’ü bulabiliyorsunuz.
Benim Atatürk’üm, Türkiye’yi Batı’ya götüreni oldu. Kitabın sonunda, sizde kendi Atatürk’ünüzü seçebilirsiniz veya kafanızdaki Atatürk’ü bu kitapta bulabilirsiniz.
Paylaş