Paylaş
Yetti... Emin olun, artık yetti.
Anayasa değişiklik paketi, 8 inci maddesi hariç tümü onaylandı. Öylesine bir maraton yaşadık, iki hafta süresinceöylesine kavga-döğüş izledik ki, toplumyoruldu. Tartışmalardan da, hiçbirşey anlamadık. Sadece karşılıklı küfürlü, hakaretli, sille tokatlı bir kargaşa yaşadık. TBMM’de de, iki hafta süreyle içerik konuşulmadı. Bu değişikliğin ne anlama geldiği bir türlü tartışılmadı.
Şimdi önümüzde, önce bir Anayasa Mahkemesi süreci var. Ardından da referandum gelecek. Eğer referandum sırasında da aynı kavga çıkacaksa, vah bizim halimize.
Şu önümüzdeki günlerde gelin biraz dinlenelim. Milletvekillerimiz ve liderlerimiz tatile mi çıkacaklar, seyahate mi gidecekler, gitsinler... Bir süre için değişiklik paketinin içeriğini tartışalım. Sonra çok pişman oluruz.
HERKESİN ŞAMAR OĞLANI: TRT
Kendimi bildim bileli TRT’ye dayak atılır. Üstelik, çok kolaydır. Kimse hesap sormaz veya soramaz. “Üstüme daha fazla gelirler” korkusuyla sineye çekilir. Bu durumda da herkes bu kuruma yüklenir.
Tüm iktidarlar haber önceliğinin kendilerine verilmesini şart koşarlar. O zaman da TRT ister istemez iktidarın borazanı durumuna düşer. Ancak yine de iktidarlara yaranamaz. Onlar daha da fazlasını ister ve bulamayınca yönetimi fırçalarlar.
Başbakan veya Bakanlar memnun olsa, bürokrasi, milletvekilleri ve partililer şikayet ederler.
Muhalefet partileri deseniz, her devirde TRT’yi döverler. Aynı partiler iktidar olduklarında ise, daha önceki sözlerini unutur ve TRT’yi, acısını çıkarır gibi, daha da fena şekilde kullanırlar.
Medya’nın bir bölümü, muhalefetle birlikte hareket eder ve dayak seanslarına katılır. İktidarcı medya ise kendine pay alabildiği oranda alkışlar.
Asker, her dediğinin iyi gösterilmesini arzular. Memnun olmazsa kızar. Gizli kapaklı da olsa, dayak kampanyasına katılır. Komutan, demediğini bırakmaz.
Bütün bu kurumların bir tek “zayıf noktaları” vardır. O da, rüşvetle tatmin olmalarıdır.
“Rüşvet”, medya’da ki kilit isimlere program yaptırmaktır. Şikayet edenlerle ilgili haberlere öncelik vermektir.
Ancak bununla başa çıkmakta zordur. Zira biraz verdiniz mi, daha fazlasını istenir ve başa çıkılmaz. Üstelik kimseler tatmin edilemez.
TRT’nin dramı budur. Herkesin şamar oğlanı durumuna sokulur.
Şimdi bu gerçekleri gördükten sonra bu kurumu acımasız şekilde eleştirmenin de bir anlamı yok. Eleştireceğiz tabii, ancak madalyonun öbür yüzünü de görmezden gelemeyiz. Ne kadar yetersiz bulursak bulalım, yine de inanılmaz bir çaba harcandığını, yeni kanallarıyla TRT’nin devleşmeye çalıştığını da kabul etmeliyiz.
Eleştirelim de, hakkını da verelim.
EMİNE ERDOĞAN, TACİZE UĞRAYAN KIZLARI HİMAYESİNE ALSA...
Bazı olaylar vardır ki, beraberinde yeni gelişmeleri getirirler.
Çocuklara yönelik tecavüz olayları birden bire yağmur gibi yağmaya başladı ve beraberinde müthiş bir tepki fırtınasını da getirdi.
Pervari’de yaşananlar ve ülkenin dört bir yanından gelen çocuklara yönelik taciz haberleri, sürekli üstü kapatılarak saklamaya çalıştığımız bir hastalığın ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.
Kimseyi suçlama niyetinde değilim.
Tacizlerin önüne geçebilmenin yollarını aramak istiyorum.
Olaylarda kimin sorumluluğu vardır, kimlerin ihmali bulunmaktadır gibi soruları da bir yana bırakıyorum.
Benim amacım, bu felaketten nasıl kurtulabileceğimizi, hiç değilse oranı nasıl düşürebileceğimizi tartışmak.
Eğitim, gayet tabii her şeyin başıdır, ancak uzun vadeli bir yöntemdir.
Ben, biraz daha pratiğe inmeyi ve Devlet mekanizmalarının nasıl daha etkili işleyebileceğini ve önleyici bir unsur olabileceğini düşünürken, Avrupa ülkelerindeki bazı uygulamalar aklıma geldi.
Bu ülkelerde, First Lady’ler daima bu tip olaylarda ön plana çıkarlar.
Bayrak olurlar. Devlet mekanizmalarının daha hızlı ve etkili çalışmasını sağlarlar.
Aklıma ilke gelen isim, Emine Erdoğan.
İşte bu çerçevede devreye girebilir.
Bu çocukların, özellikle tacize uğrayan gencecik kızların hamiliğini yüklenebilir. Eşinin gücünü öylesine kullanabilir ki, ne birileri olayları örtbas etmeye kalkabilir, ne de birileri sorumluluğunu görmezden gelebilir.
Kimse cesaret edemez.
Bırakın, bakanlar valiler işlerini yapmayı sürdürsünler. Ancak tümünün tepesindeki bir first lady gözetimi bambaşka sonuçlar verir.
Bu taciz olayları kolay kolay bitmeyecektir.
Ne zaman ki, tacizciler medyada teşhir olacaklarını anlarlar, ne zaman ki devletin en tepesinden en alt noktasına kadar insanların peşlerinden geleceğini görürler, işte o zaman bu yaklaşım caydırıcı olur.
Hele en son, Brüksel’deki konuşmaları ve gazetelerden öğrendiğimize göre, kurulması düşünülen Dünya Anneler Birliğine başkan olacağına dair haberleri de buna eklersek, Emine hanım en etkili kampanyayı gerçekleştirecek bir konuma gelecektir.
Tabii önemli olan, Emine Erdoğan’ın acaba böylesine önemli bir yükü sırtlamak isteyip istemeyeceğidir.
RTÜK, BU İŞKENCEYE BİR SON VERMELİ...
RTÜK ceza verdiği kanallara bir açıklama yollar ve aynen okunmasını ister. Korkunç bir Türkçeyle ve sanki hiçbir şey anlaşılmasın da, uyarılan kanal tüm reytingini kaybetsin diye yazılmış bir metin. Her defasında da, her kanala aynı metin gidiyor.
Hızlı okumayla 2,5 dakika tutuyor ve 1,5 dakikası “RTÜK kimdir ve görevi nedir?” bölümüne ayrılıyor. Sanki ilk defa kurulmuş, yeni duyulmuş bir kurum da, kendini tanıtıyor.(!)
Ne gerek var buna?
Geriye kalan 45 saniyede de, yine en karmaşık ve anlaşılmaz bir dil kullanılıyor, Salı akşamı Kanal D Ana Habere gelen uyarıyı yayınlamak, RTÜK’ün bu anonsla ne demek istediğini anlatmak zorunda kaldım.
Bu yaklaşım seyirciye ayıptır. Seyirciyi adam yerine koymamaktır. RTÜK Başkanı Prof. Dr. Davut Dursun biliyorum bu durumdan rahatsız. Ancak bir şey yapamıyor. Oysa, ilk ele alınması gereken konulardan biri. Böylesine ağdalı ve anlaşılmaz şekilde kaleme alınan metin yerine, açıkça “Bu kanal yasaklanan şu haberi yayınladığı için...” veya “ Şu yasaya aykırı davrandığı için...” uyarıldığını söylesenize...
Hadi metninizi değiştiremiyorsunuz hiç değilse ekranda aynı anda konu ile ilgili görüntü yayınlanmasına izin versenize. Bugünkü tutum seyirciyi kaçırarak RTÜK’ü de bir yerde cezalandırıyor. Ancak ne olursa olsun seyirci bu işkenceden kurtarılmalı.
BAKÜ KARAR VERMİŞSE YAPAR...
Bu hafta bir Azerbaycan gazetesi, Bakü’nün Karabağ’a yönelik askeri harekat hazırladığını, ancak Türk Milli İstihbaratı’nın araya girip, böyle bir hareketin, hem Türkiye’ye hem de Azerbaycan’a zarar vereceği gerekçesiyle harekatı durdurduğunu yazdı.
Haberin kaynağı belli değil.
MİT, elinde önemli bilgiler varsa bunu Bakü istihbaratı ile paylaşmış ve harekatın sakıncalarıyla ilgili bir rapor vermiş olabilir. Ancak, benim bildiğim Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev, eğer aklına böyle bir askeri girişimi koyduysa ve hazırlıklarını da tamamladıysa; bir MİT müdahalesiyle bundan vazgeçmez. Ya haberin kaynağında bir sorun var veya birileri, Türk-Azeri ilişkilerini biraz daha germek istiyor, demektir.
AĞLAYAN AĞLAYANA
Hani, nadiren olsa kimsenin dikkatini çekmez.
Ancak bir süredir, siyasetçilerimiz başta olmak üzere, toplumun çeşitli kesimleri sulu gözlü oldu. Hele koca koca insanların gözlerini silen görüntülerini ekranlara ve gazete sayfalarına taşımakta bir moda olunca, bu defa ağlayan sayısı artmaya başladı.
Ağlamak ayıp değildir. Ben de, kimi filmlerde gözyaşımı tutamam. Ancak benim sözünü ettiklerim biraz abartılı sulu gözlüler...
10’uncu yıl marşı çalıyor, adamın gözleri yaşarıyor.
Kameralar hemen koşturuyor.
İlkokul çocukları, avazları çıktığı kadar bağırarak, çığlık çığlığa İstiklal Marşını ezbere söylüyorlar, yine ya siyasiler veya resmi yetkililer gözlerini siliyor.
Başbakan konuşuyor. Hiddet ve öfke dolu, bir bakıyorsunuz milletvekilleri ağlamaya başlıyor.
Her 10 Kasım günü, Dolmabahçe’de Atatürk’ün son nefesini verdiği yatak odasında nöbet tutan Er’in gözlerinden mutlaka 1–2 damla yaş damlıyor...
Acaba ben mi yanlış görüyorum, yoksa gözyaşı işi giderek medyatikleştiriliyor mu?
Paylaş