Osmanlı İmparatorluğundan başlayarak, Atatürk dönemini ve genç Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki hatalara kadar gitmek istemiyorum. Yakın tarihimizdeki Kürt sorununa bakışımız hatalarla doludur. Ancak bu hataların anlaşılır yanları da vardır. Uluslararası Konjonktür, bölgedeki Kürt toplumlarının dağınıklığı ve genç Cumhuriyeti ayakta tutmanın zorladığı koşullar bu ülkenin Kürt sorununa farklı bakmasına etkili olmuştu.
Ben çok daha yakınlara geliyorum.
1980’lerde karşımızda, yerine oturmuş bir Cumhuriyet, kendine güveni eskiye oranla artmış bir Türkiye, bölgede ve Türkiye’de bilinçlenmiş , hakkını aramaya başlamış Kürt kesimler vardı. Kürt milliyetçiliği artık kendini göstermeye başlamıştı.
Bu gerçeklerin görülmeye başlanması gerekirken, Türkiye’nin başına bu büyük derdin yerleşmesine 12 Eylül askeri müdahalesi neden olmuştur. Başka bir deyişle, PKK’nın doğmasına ve ilk adımlarını atmasına 12 Eylül anlayışı ve uygulamaları neden olmuştur.
12 Eylül kafası PKK’nın beslendiği bataklıkların genişlemesini sağlamıştır.
Kürt diye bir şeyin olmadığı, bu insanların dağ Türkleri oldukları tezinden başlayın, çocuklara Kürtçe isim verilmesinin yasaklanmasına, Kürtçe köy isimlerinin değiştirilmesinden, Avrupa’ya kaçan Kürt milliyetçilerinin vatandaşlıktan atılmaları ve Diyarbakır hapishanesindeki o korkunç işkencelere kadar, atılan her adım PKK’yı biraz daha güçlendirmiş, kadrolarını biraz daha beslemiştir.
PKK, 12 Eylül askeri darbesinin bir yan ürünü olmuş ve sonradan hem içerden, hem de dışarıdan beslenerek büyümüştür.
Ne oluyoruz?
PKK şiddeti öylesine tırmandırıyor ve gerilimi öylesine arttırıyor ki, toplumun her kesiminden aynı sorular soruluyor:
PKK ne yapmak istiyor?
Neden böyle davranıyor?
PKK terör örgütü son aylarda gündemi eline geçirdi. Tahminlerin ötesinde bir güç gösterisine girdi. Hem de “Dağılma noktasındalar... Perişan durumdalar... Son nefeslerini veriyorlar...” söylemlerinin arttığı bir dönemde, PKK istediği anda Türkiye’yi kana bulayabileceğini gösteriyor.
Aslında, terör örgütünün köşeye sıkıştığı doğru. Hem genel konjonktür, hem de Türk Güvenlik Kuvvetlerinin baskısı aleyhlerinde gelişiyor.
PKK terörünün hem sınır boyunda, hem de ülke içindeki saldırı ve gösterilerini ben birkaç nedene bağlıyorum. Mutlaka daha bir çok nedeni vardır, ancak listenin en tepesindekilere bakarsak şöyle sonuca varabiliriz:
Öcalan’ın kafası
Hem hayretler içindeyim, hem de büyük bir hayal kırıklığı duyuyorum.
Ergenekon davasının ilk duruşması için Silivri’deydim. Keşke gitmeseymişim. Gözle görmeyince insan daha iyimser davranabiliyor.
Benim, böylesine büyük davaları izleme deneyimim 1960’lara kadar gider. Yassıada mahkemesiyle başladım, 12 Eylül 80 sonrasının DİSK Barış Derneği davalarını, Susurluğu gördüm. Yurt dışında da Ermeni davalarını yaşadım.
Hiç birinde, Ergenekon’un ilk duruşmasındaki kargaşayı görmedim. Tam üç aydır bu duruşma için çalışılıyor. 86 sanığın, yaklaşık avukat sayısı ve yakınları ile gözlemci ve gazeteci sayısı ya tahmin edilebilir veya elinizdeki olanaklar çerçevesinde, içeri alınacak bu grupların sayıları saptanabilir, kimin nerede ve nasıl oturacağı kesinleştirilebilirdi.
Hayır, bu yapılmamış.
Yaklaşık 500 kişinin duruşmayı izleyeceğini hesaplamak ve ona uygun bir yer hazırlamak yerine, orta boy bir salon bulunmuş ve itişe kakışa, istif halinde herkes içeri sıkıştırılmak istenmiş.
İnsanların sanki bir belediye otobüsündeki gibi üst üste yığıldığı, sıcağın da etkisiyle leş gibi ter kokusunun hakim olduğu salona girebildiğimde şaşırıp kaldım.
Orta yerde, jandarma erlerinin çevrelediği tutuklu, tutuksuz sanıklar konmuş. Jandarma kordonunun dışında, kimi birbiriyle konuşan kimi birbiriyle kavga eden avukatlar serpiştirilmişti. Salonun en arkasına da, geri kalanlar sıkıştırılmış durumdaydılar.
Dün, Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuran bir alışkanlığın, bir uygulamanın hesabını soran dev bir dava başladı.
Vatanı korumak ve kollamak adına insanlar öldürüldü, faili meçhul cinayetler işlendi. Kimi çete lideri, kimi mafya babası, Devlet adına faaliyet gösterdi. Dernek kurup, Devletten destek alıp insan avına çıkanlar oldu. Kimi emekli asker, emekli polis veya savcı-yargıç-avukat grupları, toplantıları bastılar, darbe çığırtkanlığı yaptılar.
Bazılarına göre, Ergenekon tümüyle AKP iktidarının bir balonu, sadece muhalif-vatansever güçleri susturma çabasıdır.
Bazılarına göre ise, Ergenekon vücudumuzdaki kanserin veya bağırsaklarımızdaki pisliğin sökülüp atılmasıdır. Bu dava darbecilerin, derin devletin kökünü kazıyacaktır, kazımalıdır.
Ben her iki değerlendirmenin de abartılı olduğuna inanıyorum.
Bütün gazetecilik yaşamım boyunca, halen gözaltında veya hapiste bulunan bazı Ergenekoncular tarafından eziyet gördüm.
Tehdit edildim. Öldürülmek istendim.
“Ergenekoncu” veya “Derin Devlet” diye adlandırılan bu kesim, Ermeni sorunuyla ilgili hepsinden farklı düşündüğüm için, arkama halen hapis yatan bir mafya liderini taktı. O yıllarda Washington’da okuyan oğlum üzerinden tehditler savurdular.
Başbakan Erdoğan’ın Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’a verdiği destek ve özellikle de, bu desteğin verilmesi sırasında kullanılan sözler çok önemliydi.
Medyanın bir bölümü, terörle mücadele konusunda da farklı pencerelerden baktıklarına inanır. Bunun en etkileyici örneği ise, Kuzey Irak politikaları gösterilir. Asker, Barzani ile temas edilmesine karşı, iktidar ise taraftardır. Buna benzer birçok örnek vardır.
Başbakan Erdoğan, Genelkurmay Başkanına destek veren sert konuşmasıyla, Asker ile Sivil iktidarın el ele hareket ettiğini gösterdi. Başbakan konuşmasında medyaya yüklenirken, askerlere adeta “Şimdi beni daha iyi anlıyor olmalısınız. Bu medya beni nasıl çileden çıkarıyor, görün” der gibi bir hali vardı. Fırsattan istifade medyayı o da dövdü.
Herneyse, terörle mücadele konusunda belki ayrıntılarda farklılık olabilir, ancak temelde TSK-Hükümet uyum içinde görünüyor. Kuzey Irak konusu da dahil, genel bir görüş birliği var. Bu durum, terör zirveleri sonunda ortaya çıkacak manzarada ve atılacak yeni adımlarda daha da netleşecek.
HAFTANIN ADAMI
Bu hafta sadece kendinden söz ettiren değil, attığı adımla bir “İLK” i gerçekleştiren kişi, Adalet Bakanı M.Ali Şahin oldu.
İşkenceyi normal gören, hatta Devlet adına veya Devlet için yapıldığı zaman alkışlamaktan geri kalmayan bir ülkede yaşıyoruz. Buna rağmen, M.Ali Şahin farkını gösterdi. Cesaretle çıktı ve Engin Çeber’in işkence altında hayatını kaybettiğini kabul ettiği gibi, 19 kişinin görevden uzaklaştırılmasını sağladı. Bu da yetmiyormuş gibi, Çeber’in ailesinden özür diledi.
Alışkın olmadığımız için çok şaşırdık. Oysa beklenen, “Devlet kadrolarını yıpratmayın. Kişisel bir yanlışlığı tüm güvenlik kadrolarına teşmil etmeyin. Bu çocukların moralini bozmayın” gibi sözlerdi. Sonra da, olaya adı karışanların korunması, davanın da “zaman aşımına” uğraması gelirdi.
Genelkurmay Başkanı çoğumuzu şaşırttı. Ondan çok farklı bir yaklaşım bekliyorduk. Zaten dikkatli incelediğiniz zaman, o konuşmanın, tanıdığımız Org. Başbuğ’dan adeta zorlamayla çıktığı izlenimi doğuyor.
Şaşırtıcıydı... Sadece üslubu değil, konuşmanın içeriği de şaşırttı.
Bizim alıştığımız Başbuğ, daima soğukkanlı, kelimelerini dikkatle seçen ve analitik açıklamalar yapan bir komutan idi. Medyaya hoşgörü ile yaklaşır, eleştirileri anlayışla karşılar ve karşısındakine emir vermez, aksine ikna etmeye çalışırdı.
Çarşamba günkü basın açıklamasını yaparken, karşımızda çok farklı bir Başbuğ vardı.
Başbuğ’u anlıyorum.
Evet çok canı yanmış, özellikle TSK’ya yönelik ağır eleştirilere çok canı sıkılmıştır. TSK’yı hedef alan sistemli bir saldırı olduğuna inandığı da belli. Ama, ne kadar haklı olduğunu düşünürse düşünsün, o sert üslup, hele tehdit gibi algılanacak sözler Başbuğ’a yakışmadı.
Medyaya açıkça “Eğer örgütü başarılı gibi gösterip TSK’yı başarısız gösteren eleştiriler yaparsanız, akan kanın sorumluluğunu, PKK ile paylaşırsınız...” anlamına gelen bir konuşma yaptı.
TARAF GAZETESİ İŞİNİ YAPMIŞTIR
Türk toplumu Barzani’ye çok kızgın.
Herşeyin başında, bize gereken desteği vermediğinden dolayı kızgın. PKK’yı durdurmadığı veya durduramadığı için son derece kızgın.
Üstelik sadece bu kadar da değil.
Daha dün aşiret reisi olarak gördüğü birinin, bugün karşısına neredeyse bir Devlet Başkanı gibi çıkmasını galiba pek hazmedemiyor. Daha düne kadar, sıkıştıkça Türkiye’den destek isteyen, Talabani ile kavgasını kazanabilmek için Ankara’dan silah alan birinin bugün koskoca Türkiye’ye meydan okumasını içine sindiremiyor.
Türk toplumu Barzani’yi küçümsüyor.
Dönemin değiştiğini, koşulların değiştiğini, dengelerin ve bölgedeki rollerin değiştiğini anlayamıyoruz veya anlamak istemiyoruz.
Hala eskilerde yaşıyoruz.
Hala “ Bizim verdiğimiz pasaportla dolaşırdı, şimdi adam oldu” diyoruz.
Uzun zamandır merak ediyorum.
Acaba ne zaman inat etmekten vazgeçeceğiz?
Acaba ne zaman gerçekleri görüp hareketleneceğiz ?
Durumu biraz daha açık şekilde anlatmaya çalışayım.