Televizyon açıktı ve Başbakan canlı yayında, gazetecilerin sorularını yanıtlıyordu. Biri kalktı, uzun bir girişten sonra, mealen “PKK durmadan vuruyor. Dün İstanbul’daki olaylarda bir vatandaş elinde pompalı silahla tepki gösterdi. Ne dersiniz bu gelişmeye...” gibi birşeyler söyledi.
Ne beklersiniz?
Başbakan’ın “Aman dikkat, sakın siz kendinizi güvenlik güçlerini yerine koymayın” demesini ve halkı sükunete davet etmesini beklersiniz değil mi?
O da cümlesinin başında öyle başladı, ancak sözleri bir anda rayından çıktı.
Kulaklarıma inanamadım.
Sanki Başbakan, pompalı tüfeğine davranan vatandaşa hak verir gibi birşeyler söylüyordu.
Hala da inanmak istemiyorum.
Bugüne kadar, kamuoyunu meşgul eden sayısız abuk sabuk insan gördük. Ağzı biraz laf ediyorsa, hele TV’lerde kavga etmesini biliyorsa, kısa sürede şöhret olabiliyorlar.
Hüseyin Üzmez gibisine ise, şimdiye kadar hiç rastlamamıştık. Bu adam kadar kendi çukurunu kazan, sonra da kendi kendine bu çukura düşenini görmemiştik.
Herşey gözlerimizin önünde gerçekleşti.
Üzmez küçücük bir çocuğa tasallut etmiş, ardından da bir bilirkişi raporunun gölgesinde tahliye olmuştur.
Biraz kafası işleyen ne yapar?
Susar, yaptığı işin utancını kalbine gömer ve ortalarda görünmemeye çalışır, değil mi? Bu şekilde topluma kendini unutturma çabasına girer.
Üzmez, tam aksini yaptı.
Serbest kalır kalmaz, yılışık şekilde gülerek TV’lere çıktı ve bırakın yaptıklarını reddetmeyi, tam aksine adeta övünür gibiydi. Etrafa tehditler savurdu ve konuştukça çukurunu kazdı.
Artık yetti.
Gerçekten böylesine hoyratça bir uygulama dünyanın çok az ülkesinde geçerlidir.
Yargı İnternet ’teki özgürlüğümüzü katlediyor ve kimselerin kılı kıpırdamıyor. Kimseler kalkıp “ Bu gidişe artık dur diyelim, yasalara bir çeki düzen verelim” demiyor. Yargı sistemimiz gibi, yargıçlarımız da uygulamada duyarlık göstermiyorlar.
Şu manzara bakın,sadece son 1 yıl içinde Türkiye Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı bünyesindeki “Bilgi İhbar Merkezine” yapılan 25 bin civarındaki başvuru sonucunda 1112 sitenin erişebilirliği engellendi. www.ihbarweb.org adresine başvurdunuz mu, inanılmaz bir çark dönmeye başlıyor ve sonunda bir bakıyorsunuz, site kapanmış.
Cumhuriyet’in 85’inci yıldönümüne Can Dündar’ın imzasını taşıyan MUSTAFA damgasını vurdu. Çok iyi oldu ve nihayet herkes kendi Atatürk’ünü buldu.
Kutlamalara gelince, İstanbul damgasını vurdu. Büykşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a bravo demek gerekiyor. Şimdiye kadar böyle bir renk ve ışık cümbüşü yaşanmadı. Yaklaşık yarım saat süreyle, bu kentin halkı adeta bir festival izledi. Hele o teknelerin geçişi... Dedim ya, İstanbul 85’inci doğum gününün tam hakkını verdi.
Gelelim Ankara’ya...
Başkentin heyecanı önce Anıtkabir’de yaşandı. Her zamanki gibi dolup taştı. Herkes, en büyüğü olan Cumhurbaşkanından, en küçüğü olan ilkokul çocuklarına kadar herkes geldi.
Biz gazeteciler için, asıl heyecan, her yıl Çankaya köşkünde yaşanır. Bu defa (geçen yılda aynı durum vardı) Köşk’teki resepsiyon yine ikiye bölünmüştü.
Öğleyin, Askerler, hükümet ve üstdüzey bürokratlar davetliydiler. Öğleden sonra ise, gazeteciler, sivil toplum örgütleri, sanatçı ve yazarlar (aralarında da türbanlılar) katıldılar. Tabii o zaman da keyifsizdi. Gazeteciler, haberin kaynadığı öğle davetinde bulunmadıklarından, akşam saatlerinde yüzleri asıktı...
Böylesi acaba daha mı iyi, daha mı kötü oldu bilemem. Tek gözlemim, Çankaya’da ilk defa sigara dumanı olmadan, yüzlerce insan üst üste yığılmadan ve ter kokmadan rahat-sakin ancak heyecansız bir kutlama yaşadığımızdır.
Bütün bunları eleştiri için yazmıyorum.
Eğer gerçekleri göremezsek, kabul edilmesi ne kadar güç olursa olsun değişen koşullara
uyum gösteremezsek, hiçbir yere varamayız.
İşte bu çerçevede, artık Kuzey Irak’taki oluşuma ve bu oluşumun liderlerine bakışımızı ve yaklaşımımızı değiştirmenin zamanı geldiğini kabul etmemiz gerekmektedir.
Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, Kuzey Irak Kürtlerinin iki lideri vardır. Biri Mesud Barzani, diğeri de Celal Talabani’dir. Ancak bizim lügatimizde bu iki lider hiçbir zaman Aşiret Reisi olmanın ötesine geçememiştir. Aşiret Reisliği kötü bir şey değildir, ancak bizim kullanış tarzımız son derece aşağılayıcıdır.
O kadar ki Türkiye Cumhuriyeti , bu iki lideri
Cumhuriyet’imiz 85 yaşına girdi.
Bu Cumhuriyeti kuran kişiyi de 70 yıl önce kaybetti.
Birde bugünkü duruma bakın.
Hala Cumhuriyet’in iç dengelerini yerine oturtamadık. Dindar ve muhafazakar görüşlerle, laik kesimler arasında uzlaşı dahi aranmıyor. Tam aksine, kimin gücü kime yetiyorsa onun dediği yapılıyor. Değişen koşullar, uluslararası konjonktür dikkate alınmıyor.
TARAF gazetesindeki yayınlanan haberlerle, bu baskınlarda yaşanan ihmaller sonucunda 17 şehit verildiği izlenimini yaratmıştı.
TARAF’ın yayını ardından diğer gazeteler ve TV kanalları tarafından devam ettirilince de, Genelkurmay başkanı Org. Başbuğ, arkasına kuvvet komutanlarını da alıp, dramatik bir basın açıklamasıyla son derece sert tepki göstermişti. Medyayı uyarmış, PKK’yı başarılı gösterecek yayınlardan kaçınılmasını istemişti.
Bu açkılama, bu köşe dahil olmak üzere çok eleştiri aldı. Bazıları tarafından “medyaya muhtıra” diye nitelendirildi. Gerçektende, ben dahil toplumun büyük bölümü tarafından olumsuz karşılanmış, hayret uyandırmıştı. Bence de Komutan hata etmişti. Askerin eleştiriye tahammülü kalmadığı görüntüsü vermişti. Hala da aynı kanıdayım.
Aradan geçen süre içinde hem bizzat, hem de Güneydoğu’da ve Genelkurmay’da sürekli temasım olan kaynaklara sordum. Org. Başbuğ’un konuşmasının oralarda nasıl karşılandığını araştırdım.
Gördüm ki, bizlerin eleştirilerinin aksine, TSK kadroları Komutanı alkışlamışlar. En olumlu yankı ise, bölgedeki tabur ve bölük komutanlarından gelmiş.
“PKK ile mücadeleyi asıl yapanlar tabur ve bölük komutanlarıdır. Tüm sorumluluk onlara aittir. Eğer onlar yalnız bırakıldıklarını hissederlerse mücadele zaafa uğrar inisiyatif alamazlar. Daha fazla hata yapar, daha çok kayıp vermeye başlarlar” diyen, bölgede savaşmış bir emekli komutan gibi, TSK üst düzey muvazzaflarından da aynı sözleri duydum.
Org. Başbuğ’un, medyadaki tüm eleştirilere rağmen, bu açıklamanın TSK içindeki yankılarından, bölgedeki tabur ve bölük komutanlarından gelen mesajlardan çok memnun olduğu vurgulanıyor.
Ne güzel yıllardı değil mi?
Hammadde ve gıda fiyatları arttıkça, dünyada inanılmaz bir para bolluğu başlamıştı. Harca harca bitmiyordu. Üstelik, bu paranın bir yerlere yatırılıp işletilmesi, nemalanması gerekliydi. Bankalar ve fonlar, bizim gibi kim daha fazla faiz veriyorsa, kim daha fazla kazandırıyorsa bu paraları onlara dağıtmaya başladılar. Yetmedi, bir süre sonra herkese, geri ödeyip ödeyemeyeceğine bakmadan kredi veya borç deyin, bu parayı dağıtmaya başladılar.
Bizde bu durumdan çok nemalandık.
Dolar yıllarca, YTL karşısında sudan ucuz 1.20’ye satıldı.