Günlerden beri müthiş bir tartışma yaşanıyor.
Kamuoyuna yansıtıldığı şekliyle özetlemek istiyorum. Ardından da size gerçekleri anlatacağım.
Herşey Adalet Bakanı M.Ali Şahin’in, Çankırı’daki ayaküstü konuşmasında “Öcalan’ın bulunduğu İmralı adasına 5-6 mahkum daha yollanacağını” açıklamasıyla başladı.
Bu haber duyulunca muhalefet ayağa kalktı.
Hükümetin sırf Avrupa Birliğini tatmin etmek için böyle bir ödün verdiğini, Avrupa’nın gerçek niyetinin Öcalan’ın serbest bırakılmasını sağlamak olduğunu, hiç gerek yokken harekete geçerek iktidarın teslimiyet içine düştüğünü ileri sürdü.
Hükümet deseniz, Adalet Bakanının açıklamasının dışında garip bir suskunluk içine girdi. Neden böyle bir adım atılması gerektiğini kamuoyuna doğru dürüst anlatmadı. Adeta ayıp birşey yapılıyormuş gibi davrandı.
Peki işin gerçeği nedir?
Kriz tartışmalarının başladığı günlerden bu yana, bilmem dikkatinizi çekti mi, ancak Ankara’nın tutumu ile başta İstanbul olmak üzere, iş çevrelerinin olaya yaklaşımı arasındaki fark çok çarpıcı.
“Ankara” bizim için bürokrat-siyasetçi-asker karışımı bir kavramdır. Yani, gelirini her ay devletten alan, hiçbir iş kaybetme riski olmayan, bir kesimdir.
“İstanbul” ise, iş çevrelerinden oluşan bir kavram. İşveren- işçi-esnaf karışımı, yani risk alan bir kesim. İşverenler en büyük riski olanlar. İşçiler de aynı şekilde, her krizden sert biçimde etkilenen kesim.
Anlayacağınız, Ankara halkın gözünde “tuzu kuru” insanlardan oluşuyor. İstanbul ise, elini taşın altına sokan insanları temsil ediyor.
Geçenlerde Vatan Gazetesi Ankara temsilcisi Bilal Çetin’in de değindiği gibi, yaşadığımız son kriz İstanbul ile Ankara arasındaki farkı çok net şekilde ortaya çıkardı.
İstanbul’da heyecan var. Korku, hatta panik var. İnsanların kaygısı çalıştıkları kuruluşların iflas etmesi, kendilerinin de işsiz kalmalarıdır. İşte bundan dolayı, sürekli şekilde iktidarı sıkıştırıyorlar. Biran önce paketin çıkarılmasını istiyorlar.
Durum böyle olunca da, medya cayır cayır “kriz geliyor, siz neredesiniz?” yayını yapıyor. İstanbul’a kulak verenler, bir panik havası görüyorlar. Kapalı kapılar ardında harıl harıl “kemer sıkmak” için önlemler alınıyor. İşçiler de sıkıntı içinde bekleşiyorlar. Günün birinde kapı dışarı edilip, edilmeyeceklerini hesaplıyorlar. Atıldıkları taktirde ne yapacaklarını acı acı düşünüyorlar.
Ankara ise, bu manzarayı büyük bir soğukkanlılıkla izliyor. Sanki onlar uzayda yaşıyorlarmış gibi bir bakışları var. Hatta bir adım daha atıp, “Bu adamlar –işverenler- devletten, yardım adı altında para koparmaya çalışıyorlar” iddiasında bulunuyorlar. İstanbul’un herşeyi abarttığına inanıyorlar. İstanbul’u bu ülkenin zayıf halkası olarak niteliyorlar.
Deniz Baykal’ın çarşaflı bir kadına rozet takması ,Türkiye’deki en önemli cepheleşme nedenlerinden biri sayılan çarşaflı- açık tartışmasını bambaşka bir ortama taşıdı. Eğer Baykal sonunda pes etmez ve başlattığını sandığımız bu yaklaşımı devam ettirirse, Türkiye’de büyük bir değişime imza atar.
Bu ülkede yaşayan insanlarımızın önemli bir bölümü şu veya bu şekilde kapanmayı tercih ediyor. İsterseniz aile baskısı, isterseniz koca baskısı nedeniyle diyebilirsiniz. Ne olursa olsun kapanıyorlar.
Kapananları, bizim kesimin silahşorları, daha doğrusu laikçileri hemen damgalıyorlar: Bunlar laiklik karşıtlarıdır.
Durum böyle olunca da, cepheleşme derinleşiyor.
Cephelerden birini AKP ve ona yakın partiler, diğerini de CHP temsil ediyor.
AKP’nin bakışı ve yaklaşımı belli. Türbanı bir simge gibi kullanıyor. Kapanmak isteyenleri kucaklıyor. Onları çok iyi anlıyor ve karşılığını da oy olarak topluyor. Kapanan kesim dünyasını paylaşmasa, hatta yöneticilerini beğenmese dahi, ister istemez AKP’nin kucağına düşüyorlar. Her kapananın AKP’yi benimseyeceği veya AKP’yi tercih edeceğini ileri süremeyiz. Bu insanları AKP’ye iten unsurun arasında, laikçiler tarafından dışlanmaları da yatıyor.
Ne zaman bu insanları anlamaya çalıştık ki ?
Hiçbir zaman.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Memecan ailesinin başına gelenleri hayretle izliyorum.
Nursuna Memecan, AKP’nin milletvekili. Eşi Salih Memecan ile birlikte, parti lideri Erdoğan’ı yemeğe davet etmişler.
Bunda herhangi bir garabet olamaz.
Başbakan daveti kabul edince de, kendilerine yakın hissettikleri bazı gazetecileri de yemeğe çağırmışlar.
Herhalde bunda da herhangi bir garabet olamaz.. Ancak gelin görün ki, hem Memecan’lar hem de davetli gazeteciler yerden yere vuruluyorlar. Ne yalakalıkları kaldı, ne de şakşakçılıkları. Neredeyse vatan haini ilan edilecekler. Üstelik, davetli iş adamlarına kimse ses çıkartmıyor. Gürültü, katılan ve katılmayan gazeteciler arasındaki kavgadan çıkıyor.
Bana bu yaklaşım çok garip geliyor.
Başbakan yemeğe davet edilemez mi? Bu tip bir yemeğe katılmak ayıp mıdır? Bir Başbakan’ın politikalarını beğenip övmek günah mıdır?
Ben çocukluğumdan beri hep aynı senaryoları duyarım.
“Türkiye bir gün bölünecektir...Dış ve İç güçler el ele verip bunu başaracaklardır...”
Hepimize bunlar öğretildi. Osmanlı imparatorluğunun içerden ve dışardan kaynaklanan etkilerle parçalanması örnek gösterildi ve içimize bu korku sokuldu. Sevr anlaşması da bu korkunun simgesi olarak takdim edildi. Bunların hepsi doğruydu elbette. Osmanlı İmparatorluğu yanlış yönetimler nedeniyle küçülmüş ve parçalanıp dağılma noktasına gelmişti ki, Atatürk’ün liderliğinde genç Cumhuriyete sahip çıktık ve yepyeni bir düzen kurduk.
Böylesine tehlikeli süreçlerden geçmiş olan bir ülkenin toplumunu uyanık tutmak istemesi, tarihini okutup dikkatini çekmesi de doğaldır. Ancak sanıyorum biz biraz ileri gittik. Gençlerimizin kafasını sadece yoğunluklu şekilde bölünme korkusuyla doldurduk.
Berlin’deki törenin heyecanı henüz geçmemişti.
Aydın Doğan’a Altın Victoria ödülü verilmiş, salonda alkış tufanı koqmuş, ardından da resepsiyona geçilmişti. Gecenin starı Aydın Doğan olduğu için, onun etrafı dolup boşalıyor, hep birileri gelip kendini tanıtıp tebrik ediyordu.
Salonun dikkati bizim bulunduğumuz köşedeydi. Zira Başbakan Merkel ve sözcüsü Ulrich de oradaydılar. Gece yarısına doğru, Merkel ayrılınca bizler de toplu halde, Bild’in Genel Yayın Yönetmeni Kai dahil Berlin’in en popüler restoranlarından sayılan ADNAN’a (Schlüter str. 33, 10629 Berlin-Charlottenburg Telefon: 00 49 (0) 30 / 54710590 ) gittik. Ulrich’de bizimle geldi.
Başbakan Erdoğan için Akif Beki ne ise, Başbakan Merkel için de Ulrich o rolde. Başbakanlığa akreditasyon ilkeleri olsun, Başbakan’ın seyahatlerinde birlikte götürülecek gazetecilerin daveti olsun, her konu onun elinde.
Çok uzun yıllar Avrupa sahnesinde Türkiye’yi izledim. Türk bakanların ve Başbakanların karşı karşıya kaldıkları -zaman zaman küçültücü, zaman zaman sempatik- muameleleri gördüm. Ancak emin olun, Pazartesi akşamı Berlin’in kremasını oluşturan 1000 kişinin önünde Aydın Doğan’a verilen ödül gibi bir törene tanıklık etmedim.
Kimler yoktu ki...
1000 kişilik elit bir grup vardı.
Alman siyasetini oluşturan tüm partilerin üst düzey temsilcileri... Medyanın tüm genel yönetmenleri...TV’lerin en tepedeki yöneticileri ve iş dünyasının en etkili isimleri.
Yaklaşık 4 yıl önce, Suna-İnan Kıraç Vakfı, İstanbul’a unutulmayacak bir hediye vermeyi kararlaştırdı. Tamamen Suna ve İnan Kıraç’ın ceplerinden çıkaracakları 200 milyon dolarla, Tepebaşı’nda bir kültür merkezi yapılacaktı. 2010 yılına kadar bitecek ve 2010’daki “İstanbul- Kültür Başkenti” kutlamasına yetişecekti.
Türkiye’nin göz bebeği, bu ülkenin en önemli turistik destinasyonu olan İstanbul’da böyle bir merkez yok. Devletin veya Belediye’nin bu konuya ayıracak paraları da yok. Üstelik akıllarına dahi gelmez. Onların öncelikleri çok farklı.
Bu merkezin, dünyanın en ünlü mimarlarından biri olan Frank Gehry tarafından yapılması için de temaslar tamamlanmış, gereken anlaşmalar yapılmıştı. Bilbao’daki Guggenhheim müzesinin mimarı olan Frank Gehry’nin bir esere imza atması dahi yeterlidir. İstanbul sanat yönünden de Uluslararası bir statüye kavuşacaktı.
En ideal yer olarak, Tepebaşı’nda bulunan ve bir bölümü belediyeye ait, bir yanında da TRT’nin dünya çirkini ve yılda 1-2 defadan başka kullanılmayan binasının yeri bulundu.
Bu dev projeye ilk destek Başbakan’dan geldi.
İnan Kıraç’ı tebrik etti ve hemen Belediye’yi arayıp, arsanın Vakfa 49 yıllığına tahsis edilmesi direktifini verdi. Ardından TRT’yi aradı ve binanın zaten kullanılmadığını, Belediye’nin TRT’ye başka bir yer göstereceğini, Vakfın da binayı satın alacağını, dolayısıyla herhangi bir gelir kaybı olmayacağını, aksine daha da güzel bir yere sahip olabileceklerini söyledi.