Rüya gibi geldi ve geçti.
Herhalde uzun yıllar bir daha 10 günlük bir bayram tatili yaşayamayacağız. Bu defaki harika düştü. Bende, yıllardan beri düşlediğim bir gezi yapabildim. Eşim Cemre ile birlikte, önce tangoların ülkesi Arjantin’e, oradan da sambaların dünyası Brezilya’ya gittik.
Her ikisi de Türkiye’den öylesine uzak, günlük yaşamımızı boğan sorunlardan o kadar farklı iki ülke ki, kendimi mars gezegeninde dolaşıyormuş gibi hissettim.
Ne olursa olsun, yine de insan kendi yuvasından ve yaşamından kopamıyor. Dönüp dolaşıp bulunduğunuz yeri, yaşadığınız yerle karşılaştırıyorsunuz.
İstanbul mu daha güzel, yoksa Buenos Aires veya Rio de Janerio mu? Başka bir yerde yaşamak isteseniz, hangisini tercih edersiniz?
Her yerin kendine özgü güzellikleri, çirkinlikleri var.
Bu hafta fırsat yaratıp, size gördüklerimi, yaşadıklarımı anlatmak istiyorum.
Bundan önceki bayram’da Çin’e gitmiştim ve dönüşte hayret dolu gözlemlerimi sizlerle paylaşmıştım.
Cumhurbaşkanı Gül, barış adamı olduğunu gösterdi. Bu yılki Kültür ve Sanat Büyük ödülünü, yazar Yaşar Kemal, bestekar Alaettin Yavaşça ve mimar Turgut Cansever’e vererek gönülleri fethetti. Bu isimler, aynı zamanda ödülü de değerlendirmiş; onurlandırmış oldular. Hele Yaşar Kemal’i hepimiz ayakta alkışladık. Ona geç kalmış bir teşekkürü, geç kalmış bir saygı gösterisini yerine getirmiş olduk.
NİCE BAYRAMLARA...
Haftaya Kurban Bayramı ve ben çok uzaklarda olacağım. Bayram tatili uzun olunca yine Cemre’yi kaptım ve dünyanın başka köşesine gitmeye karar verdik. Dönüşte, gördüğümü ve yiyip içtiğimi anlatacağım. Bundan dolayı gelecek hafta birlikte olamayacağız.
Şimdiden Bayramınızı kutlarım...
Genelde hepimiz PKK teröründen hemen kurtulmak istiyoruz. Görüşüne inandığımız uzmanların da, topluma reçete vermelerini bekliyoruz.
Bana da zaman zaman okurlarımdan aynı sorular geliyor:
“...Ne yapmalıyız? Bu sorunu nasıl çözeriz..”diyorlar.
Bu sorunu çözebilmek için tek reçete yok. Ben de, kendi birikimimi, diğer görüşlerine inandığım uzmanların, askerlerin ve politikacıların reçeteleriyle karıştırdım ve sizler için Ortak bir Reçete hazırladım.
Geçen gün, Avrupa Parlamentosunun Türkiye raportörü Ria Oomen-Ruijten ile buluştuk. Her zaman olduğu gibi, yıllık raporunu ve bu rapora dayandırdığı karar tasarısını tamamlamak için gelmişti.
Ria, son derece tarafsız, Türkiye’nin tam üyeliğine inanan ve yazdığı raporun gerçekçi olmasını isteyen bir parlamenterdir. Geçen yılki raporunu hatırlayanlar bana hak vereceklerdir.
Türkiye hakkındaki karar tasarısı da önümüzdeki haftalarda, Avrupa Parlamentosu genel kurulunda oylanacak. AB Komisyonu raporu ile birlikte ele alındığı zaman, 2008 yılının bir bilançosu ve 2009 yılından beklentiler ortaya çıkar.
Ria, çeşitli başkentlerde de duyduğum kuşku ve kaygıları yansıtıyor. Benimle konuşmasında da kaygılarını paylaştı.
Kaygıların başında da, AKP hükümetinin reformlar konusundaki duyarsızlığı geliyor.
Hep aynı sorular soruluyor: “AKP neden durdu?”
Hatta zaman zaman “Acaba AKP, Türkiye’yi tam üyeliğe taşımaktan vaz mı geçti?” sorusu da ekleniyor. Önümüzdeki aylarda bu soruların daha da artacağını şimdiden beklemeliyiz.
Avrupa Parlamentosunun yakında tartışıp, gerekirse bazı değişiklikler yaptıktan sonra oylayacağı karar tasarısında da hep aynı tespit var. Siyasi partilerin ve toplumun giderek kutuplaştığı, bölünmenin derinleştiği ve bunun sonucu reform sürecinin durakladığı üzerinde duruluyor.
Amerika’da her yıl Ulusal İstihbarat Konseyi (NIC) tarafından özel bir rapor yayınlanır.
Adı, Küresel Eğilimler : 2025.
Bu rapor sürekli yenilenir ve önümüzdeki yıllarda nelerin gerçekleşeceği tahmin edilir. Yanlış anlamayın, komplo teorilerinden oluşan veya fal meraklısı uzmanların yazdıkları bir rapor değildir bu. Tam aksine, Amerikan istihbarat raporları, Washington’un tüm düşünce kuruluşları ve ülke başkentlerinden gelen bilgilerin bir araya getirilip ortaya çıkarılan bir değerlendirmedir. Çok ciddiye alınan, siyasi-askeri ve ekonomik karar alıcıların izledikleri ve dikkate aldıkları bir rapordur.
Bu raporun 2008 versiyonu yayınlandı.
Türkiye hakkındaki tahminleri bakın nasıl:
“...Türkiye önümüzdeki 15 yılda islamcı ve milliyetçi çizgilerin birleştiği bir politika izleyecektir...Bu eğilimler daha da güçlenecektir... Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusunda karamsarlık artmaktadır... Böyle bir olasılıkta da, öngörülen İslamcı ve Milliyetçi akımlar daha da güçlenecektir...”
Son derece doğru bir değerlendirme.
Türkiyemizde giderek kabaran islami akımlar ve milliyetçilik dalgasının önündeki en büyük engel Avrupa Birliği’dir.
Bir ülkenin ekonomisi son derece değişik unsurlardan etkilenir. Sadece, ihracatın ithalata oranla daha fazla olması, dış kaynağın bolluğu ve genel yapının sağlamlığı yetmez. Ekonomiyi yönetenlerin tutumu, vücut dilleri, saptamaları ,söyledikleri sözler son derece önemlidir. Özellikle, işler yolunda gitmemeye başladığında yöneticilik rolleri daha ağırlıklı olarak öne çıkar. Herkesin gözü, lider durumundaki yöneticilere döner. Tek cümlelerinden bir anlam çıkarılır. Duruma hakim olup olmadıkları tartılır. Toplumun algısı, ya yöneticilere güveni arttırır veya aksine krizi derinleştirir.
Örnek verirsek, son birkaç aydır ülkemizde yaşananlara atıfta bulunabiliriz.
Eylül ayında, Lehman Brothers’ın çökmesiyle birden bire manşetlere çıkan parasal krizi Türkiye’de önce iş çevreleri, hakkını vererek algıladı. Hele ardından ,hemen hergün Washington’dan önlem paketi haberleri çıktıkça, Türk kamu oyundaki kaygılar daha da büyüdü. Herkes Ankara’ya döndü…
Başbakan Erdoğan ise, “Türkiyemizin pek etkilenmeyeceğini… Krizin teğet geçebileceğini…Hamdolsun durumun kötü olmadığını” söylemekle yetindi. Son derece soğukkanlı şekilde davrandı.
Başbakan aslında bilgisizlikten değil, iletişim politikasını iyi algılayamadığından dolayı ve sırf “Halkı telaşlandırmayalım” gerekçesiyle böyle hareket etmişti. Oysa bilemediği veya hesaplayamadığı konu, toplumun bu söylemi çoktan aştığı idi..Halk tehlikeyi net şekilde algılamış ve yatıştırma yerine, tam aksine krize karşı hangi önlemlerin devreye sokulacağıyla ilgili haberleri istiyordu.
İş çevreleri baskısını arttırıp ardı ardına “Ankara duyarsız… Plan program hazırlanmalı…Önlem paketi yok…”demeçleri verince , Başbakan bu defa sinirlendi. Bu uyarıları veya beklentileri kendine karşı bir siyasi komplo gibi algıladı.
Hadi Başbakan böyle davranıyordu da, ekonominin dümenini bıraktığımız, Hazine Bakanı Mehmet Şimşek, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve Ekonomiden sorumlu Bakan Nazım Erken de, herhalde patronlarıyla ters düşmemek için, aynı yaklaşımla toplumun önüne çıktılar. Başbakana ya söz geçiremediklerinden veya söz söylemekten korktuklarından dolayı, ne kriz uyarısı yapabildiler, nede önlem paketi hazırlığı ile topluma güven verebildiler.
Taaki kriz artık saklanamaz noktaya gelene kadar. Ondan sonrasında hem Başbakanın söylemi değişti, hem de hazırlıklar (özellikle de IMF’le anlaşma) toplumu bir ölçüde rahatlattı.
GS ile Ukrayna’nın Metalist takımı arasındaki maçın sonucu futbol dünyasındaki iki farklı yaklaşımı gözlerimizin önüne serdi.
Her iki takımın oyuncuları milyonlar kazanıyor. Yüzbinlerce taraftardan kar-kış demeden destek alıyor. Omuzlarda taşınıyorlar.
İşte onlardan biri (GS) ister ciddiyetsizlik, ister dikkatsizlik deyin, bir anlık hata yapıyor ve belki de kulübünü milyonlarca dolar zarara sokuyor. O buz gibi havada tribünleri doldurmuş olan taraftarları hüsrana uğratıyor.
Diğeri ise (Metallik) kendinden üstün rakibini son dakikaya kadar kovalıyor. Maçtan düşmüyor. Oyun disiplinini bozmuyor ve o bir anlık hatayı yakalayıp maçı kazanıyor.
Ben kendimi bildim bileli hep vardı. Hep yasa dışı, denetim dışı çalışanlarla ilgili haberler çıkar ancak pek sonu gelmezdi.
Devletin içindeki karanlık yapılanmalar, 1970’lerden itibaren, önce sözde “komünistlere” karşı başlatıldı. Ancak, sayıları kısıtlıydı. Asıl yapılanma, 12 Eylül darbesiyle ve askeri yönetim eliyle yaygınlaştırıldı ve 1990‘larda, PKK ile mücadele adına kontrolden çıktı.
Adeta emme basma tulumba gibi işleyen bir mekanizma ile karşı karşıyayız.
Madalyonun bir yanında, hepenizin bildiği örgütler var. Bunlar “vatan uğruna” hareket eden, kimi laiklik ve toprak bütünlüğü; kimi PKK’lı veya gavur avı adına mücadele ederler.
Bir bölümü legal çalışırlar. Eskiden, bozkurtlar bu piyasaya hakimdi. Bahçeli, MHP’nin gençlik kollarını sokaktan kurtardıktan sonra, bunların yerini, asker emeklilerinin kurdukları dernekler almıştır.
Bir de yarı mafya, yarı “delikanlı” guruplar vardır ki, milliyetçilik adına herşeyi yaparlar.
Ergenekon davası, madalyonun bir yüzünü ortaya çıkarıyor. İnanılmaz komplolar öğreniyoruz. Ancak yetersiz kalıyor. Zira Ergenekon’dakiler birer piyon. Asıl ipleri tutanlar, yani bu yasa dışı faaliyetleri, kimi zaman yöneten-teşvik eden veya görmezden gelenler ise T.C. Devletinin içinde.
Devletin hemen her katında karanlık bir oluşum var. Polis, MİT, jandarma ve asker...