Paylaş
PAZAR gecesi oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçı bana heyecan verdi, korku saldı. Maçı izlemeye gelen seyirciler saldırgandı, silahlıydı. Futbolcular büsbütün hırçındı, sarı kartları beşer beşer bölüştüler.
Yıllar öncesine gitti aklım...
Bizimkilerin Macaristan'ı yeneceği baştan belliydi.
Tamam yenecektik, ulusal gururumuz doruğa çıkacaktı da, sonra ne olacaktı? Korktuğum başıma geldi.
1 Maçtan önceki ‘‘Silah değil, çiçek atın’’ uyarılarına rağmen, ülke genelinde, silahlar susmadı. Iğdır'da, patlayan silahları terörist saldırısı sanan Iğdır Jandarma Alay Komutanlığı ve 5. Hudut Taburu'na bağlı erler otomatik silahlarla rasgele ateş açtılar. Adana'da 15 yaşındaki Süreyya Gönderen ağır yaralandı.
2 İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, Hakan'ın attığı ikinci golden sonra, üç büyük kentin valisini uyararak silah atılmasının önlenmesini istedi. Okmeydanı'nda 7 yaşındaki Eda Aydoğdu ile Paşabahçe'de annesinin kucağında bulunan 11 aylık Ömer Faruk Yılmaz, evlerinin balkonundan seken kurşunlarla yaralandı. Düzce'de yolcu minibüsünde çıkan tartışmada 21 yaşındaki Sırrı Kartal ayağından kurşunlandı.
* * *
Olayları yakın takibe alınca, ‘‘Özel hayatlarında sessiz-sakin, halim-selim olan insanlar nasıl bu kadar canavarlaşabilir?’’ diye sordum kendi kendime... Aslında, sormama gerek yoktu.
Muzaffer Şerif'in küçük grupların sosyal psikolojisiyle ilgili gözlemlerini futbol sahalarına, özellikle de tribünlere uygulandığında, her şey apaçık ortaya çıkıyordu.
‘‘Dar ve değişmez bir fizik mekánı paylaşan insanlar, doğal bir liderin (veya liderlerin) güdümünde küçük gruplar meydana getirirler...’’ diye yazıyordu, Muzaffer Şerif...
‘‘Girdikleri ilişkiler içinde, herkesin uymak durumunda olduğu bazı davranış normları gelişir. Grup üyeliği en büyük müeyyidedir. Ya o davranışları benimsersiniz, ya gruptan dışlanırsınız...’’
* * *
Adım adım gidelim isterseniz...
İnsanlar, evlerinin rahatını bırakıp, cumartesi-pazar günleri niye maça giderler? En azından, siz niye gidersiniz?
İyi oynandığında ‘‘en estetik takım sporu’’ olan futbolu zevkle, doyasıya seyretmek için... Peki, sıcak baktığınız taraftarlarca önceden parsellenmiş tribündeki yerinizi erkenden aldığınızda ne yaparsınız?
Yanınızda getirdiğimiz sandviçten bir lokma, gazozdan bir yudum, sigaradan bir duman alır, maçın başlama saatini beklemeye koyulursunuz.
Peki, tribün komşularınız da sizin gibi mi?
Yok canım! Estetik futbolla göz doyurmaya değil, amigoluk, çığırtkanlık yapmaya, bağırıp çağırmaya gelmişler sanki... Hele, başlarında bir lider var ki, tam siz gazozunuzu içmek için şişeyi ağzınıza götürürken, bağırmaları için herkesi ayaklandırır.
Kime bağıracaksın? Günlük hayatın hıncını, öfkesini kime boşaltacaksın?
Rakip seyirciye, rakip oyuncuya, hakeme elbette...
Önce ‘‘düşman’’ tarafın ya nesebini, ya cinsel ahlakını soruşturmaya başlarsın... Sonra, dirseklerini yandan doksan derece kırıp ‘‘masayı kendine çeker gibi’’ kol hareketleri yaparsın, sonra başparmağını işaret ve orta parmağının arasına sokup ‘‘bilekten mihaniki’’ el hareketleri yaparsın... Yapmazsan, futbolun tadı-tuzu da olmuyor.
Kesmedi mi? Elindeki boş gazoz şişesini, maytabı, havái fişeği ya sahaya, ya düşman tribünlere atarsın, ya tel örgüleri (veya polis duvarını) aşıp adamlara saldırabilirsin...
Küçük grup psikolojisi gereği, yapmak zorundasınız bunu...
Yapmazsanız, ‘‘Madem bizim gibi yapmıyorsun, sen de düşmansın...’’ derler adama... Ya tribünden atarlar, ya döverler. En kibarından, ‘‘Madem bağırmayacaktın, küfretmeyecektin, niye maça geldin?’’ diye sorarlar.
Futbol tribünleri, ‘‘mevcut düzene kin kusma mekánı’’ háline geldi.
Korkularımı yendikten, biraz sakinleştikten sonra, salıya devam ederim.
Paylaş