Güncelleme Tarihi:
Önce başımı öne eğerek kaldırımlarda aramaya başladım. Kayıp bir aşkı... Bir süre sonra anladım ki, ne o kaldırımlar eski kaldırımlardır; ne de ben eski benim. Başımı yavaşça gökyüzüne kaldırdım. Ve Champs Elysees'nin üzerinde kümelenmiş bulutlar arasından halime gülümseyen güneşi gördüm. Utanç içerisinde başımı yine önüme eğdim.
Aradığım aşk kendi aşkım değildi. Bu yüzden onu bulmam daha da zor olacağa benziyordu. Çünkü bir yandan dünyanın en zor şeyini yaparak kendi kendimle yüzleşecek, öte yandan bir başkasının kaybettiği aşkı arayacaktım.
Başkasının kayıp aşkını ararken elimdeki ipuçlarının da fazla olmadığını biliyordum. Aradan uzun zaman geçmiş olmalıydı. Ve bana verilen tek ipucu ‘‘Alsace’’ diye bir kelimeydi. Bulmacanın çözümü burada yatıyordu. Ve ben Champs Elysees'de böyle bir yer hatırlamıyordum.
Yine de inatçı ve kıskanç bir ısrarla yürüdüm. Bir aşkı kaybetmek, bana aramaktan daha yüce geliyordu. Üstelik sonunda aşkı bulsam bile onu bir başkasına teslim etmek zorundaydım.
Buna budalalık ya da fedakârlık deniyordu.
* * *
‘‘La maison de l'Alsace’’ işte o anda karşıma çıktı. Kırmızı tente üzerine sarı yazılarla yazılmış adın altındaki ışıklı masalarda kadınlı erkekli insanlar oturuyordu. Birden ürktüm. Eğer bir başkasının yitirdiği aşk hâlâ orada duruyorsa onu ürkütmekten ürktüm.
Usulca bir masaya iliştim. Başımda biten garsona bir şişe Le chateau du perier getirmesini söyledim. Tartare de poison ve orta pişmiş bir biftek ısmarlamayı da ihmal etmedim. Garson önce ekmek ve şarap getirdi. Bir parça ekmeği 1994'ün bu ünlü Medoc'una batırarak yedim.
Başkasının aşkını arama ayini başlamıştı.
İkinci adım, kadehimdeki şaraptan bir yudum almaktı. Kadehimi ‘‘La maison de l'Alsace’’ta kaybolmuş aşkın şerefine kaldırdım. Ve bir yudum aldım.
Sonra aramaya başladım.
Çevremdeki insanların yüzlerine bakıyor ve onlara ‘‘Burada kaybolmuş bir aşka rastladınız mı?’’ diye soruyordum. Bana hiç cevap vermiyorlar, başlarını çevirerek içkilerini yudumluyorlardı. Israrla sorduğum bir kadın ‘‘fou’’ dedi. Kadın benim delirdiğimi düşünüyor olmalıydı. Bunu düşünmesi için geçerli bir nedeni elbette vardı. Kaybolmuş bir aşkın bir daha bulunamayacağını biliyordu.
Ama ben henüz bilmiyordum.
* * *
Masalara, örtülerin altlarına, tabakların arasına ve içlerine, hatta masa altlarına baktım. Karış karış aradım. Aşkın nerede düşmüş olabileceğini kestirmeye çalıştım. Aşkı düşüren eğer onu cebinde taşıyorduysa, hesabı öderken sandalyenin altına düşürmüş olabilirdi. Acaba hangi sandalyede oturmuştu. Tek tek bütün sandalyelerin altlarına baktım. Yoktu. Birden ona ‘‘Aşkını nerede taşıyordun?’’ diye sormayı unuttuğumu dehşetle fark ettim. Aşk nerede taşınabilirdi?
Bunu kendi kendime sordum. Aşk sadece insanın yüreğinde taşınabilirdi.
O zaman da yürek attıkça kaybolmasına imkân yoktu. O halde ben niye elâlemin aşkını arayıp duruyordum ki?
‘‘Herkes kendi aşkını kendi yüreğinde arasın’’ diye mırıldandım.
Şaraptan bir yudum daha aldım.