Paylaş
PERŞEMBE gecesi. Sanırsın Vezneciler Hasanpaşa Fırını'nın kapağı düşmüş. Sıcaklık yumruğu çaktıkça açılan bir boksör gibi vurdukça vuruyor.
Hangi akla uyup da çıktıysam çıkmışım dışarı işte. Kendime klimalı bir ortam yaratma düşüncesiyle standart turumu uyguluyorum.
Dulcinea hakikaten süper serin ve süper sakin. İçerisi bomboş. Kendi kendime, ‘‘Haa bak bu iyi, halk sıcağın etkisiyle -nasıl olduysa- kollektif bir şekilde bilinçlenmiş, paşa paşa evinde oturuyor’’ diyorum.
Benim gibi yolunu şaşırmış üç-beş kişi, bir de personel hayran hayran klimayı seyrederek oturuyoruz. Yanımda kitap filan da yok, sıkılıyorum haliyle.
‘‘En iyisi başka alemlerde serinlik aramak’’ diyor, sıcağı kıllandırmayacak hareketlerle dışarı çıkıyorum. Bir taksi çevirip, ‘‘Sultanahmet'e çıkalım usta’’ diyorum.
Bunu niye diyorum, hala bilmiyorum ama iyi bir şey demişim gibi duruyor...
Sultan Pub'da eski anılar
Taksici arkadaşla iki dakikada yol boyu sürecek geyiğimizin ana fikrini belirliyoruz... ‘‘Asfalt kaç derecede erimeye başlıyordu?’’ diye başlıyoruz, ‘‘Klimasız otomobil çekilmiyor’’ ile muhabbetimizi noktalıyoruz.
Asıl niyetim Sultan Pub'da oturup, Cağaloğlu günlerini anmak. Ama Sultan Pub, tıpkı eski günlerde olduğu gibi yine ağzına kadar dolu.
Pudding Shop'un önünde durup midemin sesini dinliyorum, haliyle ‘‘Bu sıcakta yemek mi yiyeceğiz?’’ diyor.
Gündüz saati olsa Arkeoloji Müzesi'nin bahçesini tek geçerim ama artık akşam olmuş... Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ne gidip eski ve ağır ağbilerle sohbet etmeye niyetleniyorum oraya kadar yürümek de gözümde büyüyor.
Böyle niyetlenip niyetlenip bir şey yapamama hali kadar insanı harap eden bir başka hal daha yoktur herhalde.
Sonunda kalan tüm kararlılığımı toplayıp, Arasta'ya doğru yürüyorum. Sultanahmet Camii'nin o tarafta yine süper tırışka ‘‘ışık ve ses gösterisi’’ var.
Biraz daha aşağı yürüyor, sağa kıvrılıyorum ve bir anda ortamların şahına kavuşuyorum.
Ortaya karışık Meşale
Arasta'nın hemen yanında Meşale diye bir yer. Adı laf olsun diye Meşale değil, harbiden mekanın dışında koca koca meşaleler yanıyor. Zaten sıcak olan havaya bir de meşale ile katkıda bulunmak biraz absürd gözüküyor ama olsun...
‘‘Cimbom maçlarından önce Mecidiyeköy'de takıldığımız Meşale'ye böyle bir şekil yapılsa nasıl olur acaba?’’ diye düşünüyorum, sonra gözümün önüne tutuşmuş taraftarlar geliyor ve hemen bu fikri siliyorum.
Meşale, ‘‘ortaya karışık’’ mantığıyla dizayn edilmiş, multifonksiyonel bir mekan.
Multifonksiyonelden kastımız şu; tavuk şiş de yeniyor, nargile de içiliyor (Bu arada meyve aromalı nargile denen şey çok çirkin. Kız nargilesi...), tavla vesaire de oynanıyor, canlı müzik de dinleniyor.
Canlı müzik dediğimiz, kanun falan filan. Türk Sanat Müziği çalıyorlar. Sesi çok açmıyorlar ama etrafta oteller olduğu için saat 11.30 filan gibi bitirmek durumundalar.
O akşam Meşale'ye sonradan dahil olan ve sosyolojik açıdan incelendiğinde çok ilginç sonuçlar verebilecek bir grubun ısrarı karşısında iki parça daha çaldılar.
Bir nargile, bir de çay alıp bir köşeye yayılıyorum. Ya sıcak hafifliyor, ya da ben biraz rahatlıyorum.
Gecenin sürprizi Sibel Gökçe
Etrafta sadece sıcaktan bezmiş fakat benim gibi ortamdan memnun turistler, esnaftan olduğunu tahmin ettiğim bir takım insanlar var.
Gecenin sürprizi ise Sibel Gökçe. Yok, dans etmiyor. Hoş dans etse de bir itirazımız olmaz zaten. O da iki arkadaşıyla gelmiş bir masada oturuyor. O kadar keyiflenmişim ki, bu sürreel gelişme bile umurumda olmuyor.
Ben de ne yapıyorum, bir çay daha istiyorum, biraz daha yayılıyorum. Tam ‘‘Eve kadar gideceğime şurada bir otelde de kalabilirmişim’’ noktasına gelirken beynimin diğer kısımlara göre biraz daha iyi çalışan kısmı devreye giriyor ve kalkıp meydana yürüyorum.
Tek sıkıntım taksiciyle konuşacak mevzu bulamamak ve kaçınılmaz konuşmanın seyrini tamamen şoföre bırakmak. Amaan, o kadarı da olur canım...
Paylaş