CD’nin kesin hakimiyetini ilan ettiği dönemde bile plaklarına kıyamayanlardanım.
Eski plaklar, bir zamanlar en yakın dostum olan pikabımla birlikte annemin evinde huzur içinde durmakta.
Bayram günü sizi ‘nostalji manyağı yapmak’ gibi bir derdim yok ama hafif çıtırtılı o sesin doğallığı ve derinliğini ne kadar mükemmel olursa olsun CD’de bulamadığımı düşündüğüm çok olmuştur.
Fakat CD kolay bir format, ses de pırıl olunca, insansın işte, hiç uğraşamayacağını düşünüyorsun plaklarla...
*
5-6 sene önce Londra’da Radiohead’in bir albümünü longplay formatında gördüğümde acayip şaşırdığımı hatırlıyorum. Artık üretilmediklerini düşünüyordum çünkü.
Sonra, kısıtlı sayıda da olsa bazı yeni albümlerin de ‘vinyl’ olarak basıldığını öğrendim.
Şimdi bu mevzu nereden açıldı ona gelelim. EMI Türkiye, geçtiğimiz günlerde, yeni albümleri kısıtlı sayıda da olsa (Ne kadar talep olduğuna bağlı bir şey tabii) plak olarak getirteceğini duyurdu.
Coldplay’in, Ray Charles’ın albümlerini plak olarak görüp inceleme şansım oldu. CD’lerin o küçücük yüzeylerine alışan gözüm plak kapağının azameti karşısında büyüdü...
CD’nin yaygınlaşmasıyla kaybolan plak kapağı sanatını (Var bence böyle bir şey, hiç tartışmayalım) yeniden canlandırmak için bile sevinilir bu hadiseye.
Şimdi, önce eski dostum pikabı ve iyice yıkanması gereken plakları eve taşımakla başlayacağım işe.
Sonra yeni albümlerden ufak ufak çalışırım...
(Meraklısına not: ‘Plak yıkanır mı be birader?’ demeyin. Benim en iyi bildiğim yöntemdir. Daha iyisi bile çıkacaktır fakat, bol suyla yıkadıktan sonra temiz bir bezle iyice kurulama yöntemini yıllarca uyguladım ve hiç pişman olmadım. Etiketi ıslatmayın ama, haliyle çıkıyor...)
*
Şimdiiiiii, yazının buraya kadar okuduğunuz bölümü geçen hafta yazılmıştı. Fakat geçen hafta yazının -çok affedersiniz- dalağını yardığım için bu ‘küçümen kutu’ formatında üretilmiş yazıyı bu haftaya bırakmıştım.
Bu arada pikap ve plakla ilgili acayip hadiseler yaşadım. Öncelikle annemin evindeki pikabın artık çalışması mümkün olmayan aletler diyarına göçmüş olduğunu üzüntüyle fark ettim.
Fakat böylesine ‘plak dinleyesi gelmiş’ vaziyetteyken, ‘Çözecem usta ben bu pikap işini’ dedim ve kendimden beklemediğim bir kararlılıkla, pikap araştırmasına giriştim.
Technics 1210 gibi evrimini yıllaaaaaar önce tamamlamış, mükemmel bir alet almak niyetindeydim fakat onun dörtte bir fiyatına filan Stanton buldum Tünel’de.
Pikap alma hadisem de enteresandı. Artık sadece DJ’ler pikap alıyor herhalde. Çünkü pikabı satan arkadaşı ‘Zıbı zıbı yapmayacağım ben bununla; bana normal, iğneyi plağın üstüne koyacağım, bir yüzünü tamamladıktan sonra arka yüzünü çevirip aynı işlemi basit bir şekilde tekrarlayacağım, normal bir pikap lazım!’ diye ikna etmem uzun sürdü.
Acayip birtakım özellikleri olan pikapları gösterip duruyor hálá!
Nihayetinde anlaştık. Bu sefer ‘Pikabı nasıl kullanacağınızı biliyor musunuz?’ dedi.
Bakışlarımla ‘Ben plak dinlerken, sen şuursuz bir bebek olarak emziğini yemeye çalışıyordun, terbiyesiz şey’ gibilerden baktım ama herhalde beceremedim.
Ortası geniş delikli 45’lik çalmak için gerekli minik parçayı burnuma doğru uzatarak ‘Bu ne işe yarıyor biliyor musunuz?’ dedi.
O an, minik şeyi alıp, bizzat onu kullanarak şuuru açılana kadar pataklamayı düşündüm ama medeni bir insan gibi davranıp ‘Evet’ demekle yetindim.
Neyse, pikabı kaptım, eve geldim, amfiye bağladım, toprağını vesaire hallettim ve halihazırda evde bulunan tek plağı, Blondie’nin ‘Heart Of Glass’ 45’liğini sekiz kere filan üst üste dinledim.
Sonra annemin evindeki plakları kendi evime taşıdım ve çoğu 1980’lerden kalma albümleri arka arkaya dinledim.
Blam serisinden 1980’lerde çıkan (Phoebe Cates’in ‘Paradise’ının da olduğu meşhur mavi kapaklı albüm) bir plağı dinlerken komşu telefon açıp ‘Baba iyi misin sen ya? Yanlış duymadıysam Vak Vak Dansı çalıyor senin evde. Endişe içindeyim’ diyene kadar durumun vahametini kavrayamamıştım.
Durumu açıklayınca sakinleşti.
Tabii aslan gibi pikap yapınca, insan aslan gibi plak da istiyor.
İstiklal Caddesi’nde EMI’nin getirttiği plakları satan mağazaya girdim. Plaklar şeker kutusu gibi duruyor. Beatles’lar var, Rolling Stones var, Beastie Boys var, Massive Attack var, Radiohead var... Fakat bu var dediklerimin fiyatları 28 milyonla 32 milyon arasında değişiyor. Yani öyle ‘Aman onu da alayım, bunu da alayım’ diyemiyorsunuz.
Bir başka problem de, albümlerin neredeyse tamamının evde CD şeklinde kuzu kuzu yatıyor olması.
Massive Attack’ın ‘Blue Lines’ını almamak için kendi elime vurmak zorunda kaldığımı söyleyeyim siz anlayın. Tezgahtar ‘Ağbi kafayı sağlam sıyırmış’ diyerek başka yöne baktı zaten elime vurunca.
Sonra kendimi ‘Her ay bir tane alırım. İyi bir insan olursam iki tane alırım. Çok iyi bir insan olursam üç tane... 10 numara bir insan olursam dört...’ diyerek sakinleştirdim ve bir albüm alarak dükkanı terk ettim.
Şu sıralar aslan pikabımla mutluyum. Çıtır çıtır dönüyor dünya...