Paylaş
Penceresi bulunmayan, Soğuk Savaş yılları ruhuyla dizayn edilmiş bir “bunker”ı andıran geniş salonda, kare şeklinde büyük bir masanın etrafında oturulurdu.
Önümüzde bana hep komik gelen mikrofonlar vardı. Ankara Büro ile irtibat kurmak için kullanılırdı.
Servis sorumluları bir müsamere havasında sıralarının gelmesini bekler, ellerindeki gündemi okur ave sessizce dağılınacak dakikaya kadar kıpırdamadan sabah çilesini doldururdu.
Çok ciddi, çok formika bir ambians...
Herkesin oturacağı yer bile belliydi. Kazara başkasının yerine oturmak, hele benim gibi 20 yaşında uzun saçlı bir tip için son derece sakıncalıydı; kibar ama zehrini hissettiren bir dille hizaya getirilirdiniz.
Kötü insanlar olduklarından değil, sistem böyle kurulmuştu.
Çok gençtim, gazeteciliğe çok hevesliydim ve çok sıkılıyordum.
Nereye gideceğini bilmeyen bir çocuktum ama gitmek istiyordum. Ta ki...
* * *
Bir sabah kapıdan o sıralar geçirdiği bir kazadan dolayı boyunluk takan, heyecanlı konuşan, farklı şeyler anlatan ve masanın etrafındaki ağır abilerimiz tarafından
“Gider bu, fazla durmaz” diye değerlendirilen 40’lı yaşlarında bir adam girdi.
“Dünya günüymüş, acaba gazetenin bir sayfasını uçuk yeşil zeminle mi hazırlasak?” diyerek salonda “ürperti” yaratan bu tuhaf adamı “Elveda Başkaldırı” adlı kitabından tanıyordum: Ertuğrul Özkök.
John Lennon’ın “Imagine” şarkısından hareketle başlayan, Allen Ginsberg’in “Elveda başkaldırı, belki bir gün daha mutlu bir randevuda buluşmak umuduyla...” sözleriyle biten küçük, ama etkisi büyük bir kitaptı.
Çizgi romancılığı “yeraltından günışığına” taşıyan Robert Crumb’dan, “Gonzo” gazeteciliğin piri Hunter Thompson’ın yakın silah arkadaşı çizer Ralph Steadman’dan, Stanley Kubrick’in antikahramanı Barry Lyndon’dan dem vuran, “Breakdance’ı en iyi Şarlo mu yapardı?” veya “Bir cellatla komşuluk etmek ister misiniz?” gibi kafa kaşıtıcı sorular yönelten bir kitap.
Sonrası uzun ve tuhaf bir yolculuktur...
* * *
Artık yaşımı yazmam gerektiğinde başına “4” rakamını koymaya alışmaya çalışan ve bu sırada “Vay be!” diyen bir adamım.
Zamanın şaşmaz testlerinden geçen bir dostluk, bir abi-kardeş ilişkisi, bir tür kafa akrabalığı kurduk Ertuğrul Özkök ile 20 yıl içinde.
Anlaşamadığımız, ters istikamette düşündüğümüz zamanlar ve konular olmadı mı? Olmuştur.
Ben ona göre biraz daha muhafazakâr kalmışımdır her zaman olduğu gibi!
Fakat beraber takılıp hayta düşünceler kovaladığımız paralel evrende çok eğlendik.
* * *
Şu sıralar çok satan kitaplar listesinde yer alan yeni kitabı “Tuhaf”ı, tuhaf bir hızla yazarak bitirdi.
Kitabı yayınlanmadan okuma şansım vardı ama bekledim.
Ve geçen hafta sonu tuhaf bir hızla okudum.
Bu kadar yakın tanıdığım Ertuğrul Özkök beni şaşırtmayı yine başardı.
‘Borges’vari, fantastik, akıp giden, hayalle hakikat arasındaki geçişkenliğiyle okuyanı sürekli diri ve tedirgin tutan hikâyeler.
“Tuhaf”ta, Hallac-ı Mansur’u okurken, Nagazaki’deki Tiyoşo Tapınağı ile İzmir’de bir kanalizasyonun ağzı arasında bağ kuran Samuray tarikatının gizli mesajı peşinde koşarken, Tihvin İkonası’nın sırrını çözmeye çabalarken, yılanbalıklarının tüketici göçleri öncesi yaptıkları partiyi anlamaya çalışırken hep şunu
düşündüm:
Ne tuhaf adam şu Ertuğrul Özkök!
Türkiye’nin belki de en çok kızılan, en çok sopalanan adamı için “Tuhaf” artık geride kaldı.
Artık planlamamız gereken bir rock festivali, bir kulak deldirme ve dövme operasyonu (Ben yan çizip duruyorum tabii ki!) ve yeni tuhaflıklar var.
Hayat tuhaf bir yolculuk ve bu yolculukta Özkök kadar tuhaf bir rehberle karşılaşmak bir şans.
Bugün geriye dönüp bakıyorum, 20 yıl önce tanıştığımız ‘bunker’ı hatırlıyorum da...
Neyse, o da tuhaf.
Okuyun, unutamayacaksınız.
(Tuhaf. Ertuğrul Özkök. Doğan Kitap, 2010)
Paylaş