HİÇ beddua etmem. Çünkü nedense beddua adresini bulur gibi gelir bana. Etmem, edeni de sevmem durumu yani. Fakat pazartesi günü, şöyle okkalısından bir beddua ettim. Kime mi?
Bilmiyorum. Ama eğer Burgazada sabotaj kurbanıysa, o yangını çıkaran kişinin hayatının kalan kısmı hiç de kolay olmayacak benim bedduamdan sonra. Adalar içinde en çok sevdiğim Burgaz'dır. 17-18 yaşlarında henüz tıfıl bir çevirmen olarak Hey'de çalıştığım dönemde, akşamları Cağaloğlu'ndan çıkar, Ada vapurunu yakalar ve DJ'lik yapmak üzere Burgaz'a giderdim. Vapurdan inince ilk işim ‘‘N'aber Sait Abi’’ diye Sait Faik heykelini selamlamak olurdu. Muhteşem iki yaz yaşadım Burgaz'da. Sonra da gitmeyi sürdürdüm. En son geçen ay, eski adı Fulya olan sonra Yasemin'e dönen restorana gittim. Genellikle kışın gitmeyi severim ama gittim işte. Garson çocuk ‘‘29 Ekim'de kapatacağız’’ demişti. Gideceğim tabii kapanmadan önce. Ama Burgaz'ı, güzeller güzeli adamı öyle görmeye dayanabilecek miyim, bilemiyorum. Allah belanızı versin e mi?
Televizyona yenik düşmek
BUNDAN iki sene önce, şimdi oturduğum eve taşınırken kendimce hiper-radikal bir karar almış ve yıllarca bağımlısı olarak yaşadığım televizyona veda etmiştim.
Beni tanıyanlar bunu imkansız olarak gördüklerinden, ‘‘Tabii canım tabii, ben de bavulumu topluyordum Plüton'a gideceğim yarın’’ şeklinde yaklaşmıştı olaya.
Evde bir televizyon vardı gerçi. Fakat mesela memlekette televizyon sayımı yapılsa, benim evdekini ciddiye alıp saymazlardı. Minnacık, uzaktan kumandası bulunmayan bir televizyondu.
Sadece haberleri dinlemek için kullanıyordum. Evin bir köşesinde ‘‘Meçhul Televizyon Anıtı’’ olarak duruyordu.
Bir süre sonra Topesto'ya gittiğimde filan, büyük ekranlı televizyona tuhaf tuhaf, uzun uzun bakıp ve ‘‘Vay be!’’ diyecek kıvama gelmiştim.
Televizyonsuz yaşamamış biri için hakikaten enteresan bir deneyimdi. Ama hayatımdan memnundum açıkçası. Müziğimi dinliyor, kitabımı okuyor, yıllardır televizyon yüzünden ihmal ettiğim iki büyük zevki yeniden yaşıyordum.
Ta ki, evet ta ki geçen ay, bir gazete reklamının beni dürtmesine kadar. Burada bir parantez açıp gazete ilanlarının ne kadar etkili olduğunu da söylemek isterim. İlanı görüp, verilen numarayı aramam ve eve televizyonun gelmesi arasında geçen süre üç saati bile bulmadı.
Sonunda ‘‘beygir ekran’’ olmasa da kendince iri bir televizyona ve iki yıldır el sürmediğim filmlere kavuştum.
İlk akşam, üç film birden seyrettim.
Ertesi gün Galatasaray maçına gidecektim. Sabahın köründe kalkıp Galatasaray'ın UEFA ve Süper Kupa maçlarının DVD'sini seyrettim.
O sırada telefon çaldı. Açtım, arayan arkadaşım ‘‘Oha lan! Maça mı gittin sen bu saatte’’ gibi kibar bir cümle kurdu.
Ben de ‘‘Hayır benim öküz kardeşim, evde efsane senenin efsane maçlarını seyrediyorum’’ dedim.
‘‘Bu saatte’’ dedi.
‘‘Bu saatte’’ dedim.
‘‘Ben de bari Neuchatel maçını seyredeyim’’ dedi ve kapattı.
İki dakika sonra yine aradı ‘‘Aslında ben seni akşam ne yapıyoruz diye aramıştım’’ dedi.
‘‘Akşam maça gidiyoruz’’ dedim.
‘‘Sonra’’ dedi.
‘‘Sonrası yok bizim için artık maç günleri. Biz o Olimpiyat'tan medeniyete intikal edene kadar geçen sürenin sonunda sadece işkembeciye gidebiliyoruz’’ dedim.
‘‘Doğru’’ dedi.
Amaaaan neyse bu konuyu bir kenara bırakalım.
Evde iri bir televizyon ve film seyretme mekanizması oluşunca, hayatım iki yıl öncesine dönüverdi haliyle.
Gazeteye gelmediğim günler, gözlerim ağrıyana kadar, lobotomi geçirmiş insanlar gibi televizyonun karşısında çakılı duruyorum.
Televizyon karşısında uyuyakalıyorum yine. Yine yatağa gitmeye üşenip kanepede yatmayı tercih ediyorum. İki yıl önceki gibi sırtım ağrımaya başladı haliyle.
Yine uzaktan kumandaların yerleri belirlendi sehpa üzerinde. Fincanın yeri belli, kitabın yeri belli, kumandanın yeri belli. Takıntı fena bir şey.
Kendi filmlerimi tamamlayıp arkadaşlarımın filmlerine dadanmaya başladım.
Yeni filmler alıyorum ama bu böyle süremez çünkü çok masraflı oluyor.
Sabahları Seda Sayan'la şok tedavi uyguluyorum kendime. Pazar akşamları ‘‘Dur bakalım küfür etmeden ne kadar dayanabileceğim’’ deyip kronometreye basarak spor programlarını seyrediyorum.
İki yıldır bana müzik dinlemeye gelen arkadaşlarım, artık film seyretmeye geliyorlar. Eskiden oturup muhabbet ederdik, şimdi ‘‘Şşşşttt! Dur bak şimdi bu şerefsiz katil kızı nasssı kıtır kıtır doğrayacak’’tan başka cümle kurulmuyor.
Film seyretmek güzel ama televizyondan bir an önce kurtulmam lazım. Söz vermiştim, sadece film seyretmek için kullanacağım bu mereti, diye kendi kendime. Ama tutamıyorum işte. NTV'de Premiership. TV8'de Serie A diye televizyonu bir açıyorum, sonra uyuyana kadar aynı tur...
İmdat!
JACKASS’İN İNTİKAMI
ŞİMDİ arkadaşlar, geçen hafta ‘‘Medeniyetin tabutuna çakılan son çivi: Jackass’’ diye bir yazı yazdık ya, burada. ‘‘Evet yazdın, n'olucak’’ diyenlere bir sözüm yok.
Sözüm diğerlerine, ‘‘Nassı bulacağız abi’’cilere. Şimdi güzel kardeşlerim, ben böyle abuk bir albüm, bir film, bir kitap yazdığım zaman adını, yönetmenini, oyuncusunu, gitaristini filan yazıyorum.
Bu durumda yapılacak hadise şudur. Türkiye'de bulunmayacak bir şey yazmışsam ya amazon.com ya da Barnes&Nobles'a gireceksiniz internet'ten, öyle bulunacak. Veya kalkıp gideceksiniz Büyük Britanya'ya filan ama bunu yapabilecek durumda okurlarım varsa zaten hemen tanışayım ben de sipariş veririm.
Bunun dışında başka bir yol henüz icat edilmedi. Dışarıda bir arkadaşınız, ahbabınız, akrabanız varsa onlardan isteyebilirsiniz tabii bir de.
Bir diğer ihtimal de eve davet etmek sizi ama hangi birinizi çağırayım. Birincisi sığmayız, ikincisi haydi sığdık, hepiniz bir bardak su içseniz, gireceğim mali krizi nasıl çözeceğiz?
Yaaa, bana da yazık di mi?
Futebol’u sakın atlamayın
YAKLAŞIK bir yıldır, yurt dışı seyahatlerim sırasında kitapçıda görüp, ‘‘Alayım mı almayayım mı’’ diye düşündüğüm bir kitap vardı ‘‘Futebol’’ diye. Nedense hep başka kitaplar alıp çıktım kitapçıdan. Bir ay kadar önce, İstiklal Caddesi üzerindeki bir kitapçının vitrininde kitabı görünce şaşırdım. ‘‘Futebol: Brezilya Tarzı Yaşam’’ adı altında Türkçe yayınlanmıştı. Bu kadarına ‘‘Kader ağlarını horoşo şeklinde örmüş derler’’ diyerek aldım tabii ki. Çok klişe olacak ama ‘‘Bir solukta okudum.’’ Alex Bellos'un yazdığı Çiğdem Özüer'in çevirdiği ve Literatür Yayınları tarafından basılan kitabı futbolla ilgilenen herkese hararetle tavsiye ederim. Çok iyi yazılmış bir futbol kitabı. Benden uyarması, sonra üzülmeyin ‘‘Biz nasıl atlamışız’’ diye.