Gel de inan hikayeleri

Bazen Riko, Topesto hikayeleriyle ilgili olarak ‘Bunlar gerçek mi?’ tarzı sorular geliyor. Olayların içinde bir insan olmama rağmen bazen benim de inanasım gelmiyor. Fakat sizi temin ederim, hikayeler doğru.

Arada, ufak tefek anlatım tarzından kaynaklanan abartılar olabiliyor. Fakat hikayenin özü doğrudur, bunu böyle biliniz.

Bir de en sık sorulan soruyu cevaplayayım, yük üstümüzden kalksın: Topesto diye biri var mı?

Var ama tek kişi değil Topesto. ‘Nasıl oluyor, parçalanmış kişilik vakası mı?’ diye düşünebilirsiniz, onu da hemen açıklayayım.

Orijinal Topesto uzun sayılabilecek bir süre ortadan kaybolduğu dönemde, lakabı uygun gördüğü bir arkadaşa devretti. Yani böyle saçma bir şey olmadı tabii.

Ama bazı hikayelerde Topesto diye bahsedilen kişi, orijinal Topesto değildi. Fakat durumdan ikisinin de haberi olduğu için mesele olmadı. ‘Halka malolmuş şahsiyet, anonim bir tip olayım ben’ dedi ve hadise halloldu.

Topesto var mı sorusunun kısa cevabını vereyim ben yine de: Var!

*

Bazı hikayelere ben bile inanamıyorum demiştim. Saatiyle, günüyle söyleyeyim. Pazar gecesi Topesto, Riko ve ben oturmuş laflıyoruz. Yanımızda çok sevdiğimiz bir arkadaşımız daha var. Maç komasına girmişiz sabahtan itibaren.

Bir İtalyan, bir İspanyol, bir İngiliz maçı seyretmişiz. Hatta Topesto ‘Trabzon’un maçı da olsaydı fıkraya dönüşecekti durumumuz’ dedi, gülmedik bu kötü espriye.

Neyse, Riko’nun kolundaki saat dikkatimizi çekti. ‘Sen takar mıydın böyle artist saatler?’ dedim.

‘Evet, rahatsız mı oldun usta?’ dedi.

‘Yok, güzelmiş’ diye konuyu savuşturacakken, sessizliğini koruyan arkadaş ‘Ben biliyorum saat merakını bunların. Benim hanımla Riko aynı gazetede çalışırken, taksitle maaşlarının iki katı değerinde saat almışlardı’ dedi.

Her türlü cevaba hazırlıklı olarak ‘N’oldu usta peki o saat?’ diye sorduk.

‘Kardeşime hediye ettim. Asıl benim başka bir saat macerası var...’ dedi.

Şimdi arkadaşlar ‘Asıl benim şöyle bir hikayem var...’ diye başlayan hikayeler genellikle sıkıcı olur. Yani, bir önceki hikayeyi geliştirmeye çalışılır, genelde saçmalanır falan filan...

Fakat dinleyelim dedik, çünkü Riko bir an tereddüt yaşadı. Tereddüt varsa, hikaye bomba olabilir.

‘Öksür usta?’ dedik.

‘Ya bir gün ruh doktoruna gidiyoruz...’ diye başladı ve biz ilk şok dalgasını yemiş olduk.

‘Nereye gidiyordunuz usta?’

‘Ruh doktoruna.’

‘Ona artık kainatta bir tek sen öyle diyorsun, farkında mısın?’

‘Neyse... Yeni de saat yapmışım kendime...’

Bu noktadan itibaren nasıl bir şeyle karşılaşacağımızı merak etmeye başladık tabii. Endişe hakim oldu bünyelere...

‘Bir anda bomba patladı!’

‘Yok hecin devesi!’

‘Harbiden oğlum, bomba patladı, ben de attım kendimi yere tabii. Saat maat parçalandı tabii...’

‘Ekşın filmi gibiymiş... Eeee?’

‘Sonra kafayı kaldırıp baktım ki, herkes yürüyor normal normal. Bana bakıyorlar bu adam ne yapıyor diye... Kimse de bir panik filan yok...’

‘Haydaa!’

‘Bir yanlışlık var ama çözemiyorum. Takılıp düşmüşüm triplerinde ayağa kalktım, üstü filan silkeledim...’

‘Eeeee?’

‘Midyeci vardı hemen ileride. Gittim sordum, ne patladı diye?’

‘Ne patlamış veya patlamış mı bir şey?’

‘Patlamış abi, ramazan ayı olduğu için iftar topu patlamış!’

‘Yuh böyle durumlar için kullanılıyor biliyorsun di mi? Yuh abi!’

‘Ama saat gitmiş oldu...’

*

Bu acayip hatıranın ardından sessizce dağılma kararı aldık. Tıpkı şu anda olduğu gibi yani... Haydi görüşmek üzere...’

Liverpool’u tutacağım tabii

Hayattaki bütün meseleleri halletmişiz gibi Şampiyonlar Ligi’nde kimi tutacağımızı tartışıyoruz.

Yani siz tartışmıyor olabilirsiniz ve sevindirici bir durumdur, çünkü normal bir insansınız anlamına geliyor bu...

Ama biz tartışıyoruz işte. Aslında kimi tutacağımızı tartışmıyoruz. Çünkü ben biliyorum, Liverpool’u tutacağım. İşin asıl tartıştığımız kısmı, ‘Niye?’ kısmı.

Liverpool’u, forması sırf kırmızı olduğu için bile tutabilirim. Sonracığıma Barcelona’yı elediği için bir kez daha nefret ettiğim Chelsea’yi şahane bir şekilde eledikleri için Liverpool’u tutarım.

Gerard orada oynadığı için tutarım bir de Hyppia için... Anfield Road’da ‘You’ll Never Walk Alone’ tezahüratına bizzat katılmış biri olduğum için Liverpool’u tutarım. Ki o gün Liverpool’u tutmuyordum. Sadece ambiyans süperdi, ben de katılmıştım. Merak edenler için söyleyeyim; Liverpool’un Arsenal’le 2-2 berabere kaldığı maçtı.

Milan-Chelsea olsaydı, Milan’ı tutardım finalde. Ama bu şartlarda tabii ki Liverpool’u tutacağım.

Keçibiciği

Şimdi diyeceksiniz ki ‘Keçibiciği ne?.. Veya sen nereye varmaya çalışıyorsun?’ Cevap vereyim, aklınız daha da karışsın: Çançiçeğigiller’den, Latince ‘michauxia campanuloides’, İngilizce ‘Michaux’s bell-flower’ olarak anılan bir çiçektir. Akdeniz Bölgesi’nde rastlanır. Bitki boyu 1-1,5 metredir ve kayalık, taşlı ortamlarda yetişir...’

Peki ben bunu nereden biliyorum? Erdoğan Tekin’in ‘Türkiye’nin En Güzel Yaban Çiçekleri’ adlı muhteşem kitabından.

Erdoğan Tekin, 25 yıl uğraşıp Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar gitmiş ve Türkiye’nin yaban çiçeklerini fotoğraflamış. Bilim adamlarından da yardım alarak bu son derece mühim ve çok güzel kitabı hazırlamış.

Kitabın hazırlanma öyküsü ayrıca güzel, filmi bile yapılır bence...

1010 çiçeğin incelendiği ve 1370 fotoğraftan oluşan 600 küsur sayfalık kitap Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından iki dilde (Metinlerin hem İngilizcesi hem de Türkçesi var) hazırlanıp basılmış.

Herkesin kütüphanesinde bulunmalı kısmı ayrı. Çünkü kitap 70 YTL’ye satılıyor. Fiyatı fazla gibi geliyor ama imkanı olanlara fazla gelmesin. Zaten kitabı görünce fikriniz değişecek.

Kitabı elime alıp kendini doğaya vurabilecek bir yapıda değilim, bununla gurur da duymuyorum. Ama bir gün ‘keçibiciği’ne rastlarsam, ‘İşte bu keçibiciğidir arkadaşlar’ deme ihtimalini düşünmek bile çok güzel.

67 yaşında bu kitabı tamamlayan Erdoğan Tekin ne kadar mutludur şimdi. Bize de teşekkür etmek düşüyor...
Yazarın Tüm Yazıları