Yıl: 1999. Yer: Londra. Haziran ayının son günleri. Hatta tam olarak 24 Haziran 1999.
İnsanlık büyük ölçüde milenyum hadisesine kilitlenmiş.
Benim derdim ise takım elbiseden kurtulmak ve dünyanın en ünlü ve en köklü festivallerinden Glastonbury’ye ulaşmak...
"Niye takım elbiseylesin ki?" diye soru gelebilir tabii. Takım elbise çantaya tıkıştırılmış, amacım çantadan iki günlüğüne kurtulmak.
Filmi bir hafta önceye denk gelecek şekilde başa saralım, daha iyi olacak galiba.
Ekonomi Servisi’nin ulu şefi Vahap Munyar, gazetede çalıştığım sırada yanıma geliyor ve "Londra’ya gider misin?" diyor.
"Gitmem mi?" diyorum.
Vahap devam ediyor: "Görevin genç adam; tabii kabul edersen, Dow Jones’ta Intel’in CEO’sunun yapacağı konuşmayı takip etmek. Sonra da küçük bir röportaj..."
Tarihi kontrol ediyorum, mutlu oluyorum, "Orrayt Vahap Abi" diyorum ve röportaj tarihinden iki gün sonra başlayacak Glastonbury Festivali’ne girmenin bir yolunu bulmak için yardımı olabilecek (Bilet bulmak gibi!) arkadaşlarımı aramaya başlıyorum.
*
Aradıklarımın büyük bölümü "Seneye istiyorsun herhalde, festivale bu tarihte bilet kalmaz" diyor haklı olarak ama olumlu sinyal buluyorum bir adet ve yola çıkıyorum.
Intel’in CEO’suna "R.E.M. sizce hangi şarkıyla açar konseri?" gibi sorular sormamayı başarıyorum.
Röportaj bittiğinde Londra’daki işim de bitmiş oluyor. Gecesi 200 pound filan olan oteli terk edip bir bed&breakfast’a atıyorum kapağı.
British Museum’un arkasında bir oda buluyorum.
Hilton’dan sonra, sokaktan kamyon geçtiğinde yatak somyası sallanan bir odada kalmak çok iyi bir his değil tabii ama mutlu ve umutluyum.
Glastonbury’ye gidip bir nevi rock hacısı olmak dışında bir planım da yok.
Uzun bir macerayla bilete ulaşıyorum, sonra da soluğu Paddington’daki tren garında alıyorum.
*
Takım elbise tıkıştırılmış çanta, kiralanan bir emanetçi dolabına sallanıyor. Üstteki pantolon ve tişörtle, hayli sivil bir şekilde Castle Cary istikametine giden trene atlıyorum.
Castle Cary, Glastonbury’ye en yakın tren istasyonu.
Hayatımın ilk dev rock festivali. İki gününe katılacağım ama Hole, R.E.M., Blondie, Ian Dury ve daha pek çok topluluğu 100 binden fazla insanla birlikte seyredeceğim. Heyecanlı, mutlu ve biraz da gururluyum bu işi becerebildiğim için...
Daha önce bu boyutta bir hadise görmemişim, çok etkileniyorum her şeyden. Dev bir araziye yayılmış tematik sahneler, müzik dışında yapılabilecek pek çok farklı etkinlik ve dünyanın dört bir yanından Glastonbury’ye ulaşmayı başarmış onbinlerce kafa insan...
Çadırım yoktu, uyku tulumum yoktu, üstümdeki tişörtten başka giyeceğim yoktu, azıcık param vardı ama şanslıydım, çünkü yağmur yoktu.
Glastonbury, ağırladığı süper gruplar dışında bir şeyle daha ünlüyse, o da yağmur ve sonrasında oluşan meşhur çamurudur. O sene festival sorumluları küçük tüplerde güneş kremi bile dağıttı, hava şahaneydi.
İlk günün sonunda üzerimde yeni bir tişört (Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi için başlatılan kampanyanın tişörtü. Hem fikri destekliyorum, hem tişörtümün rengi çime uzanmaktan yeşil olmuş hem de ucuzdu), midemde iki litre filan bira var ama uyuyacak yerim yok.
Dışarıda (Her yer dışarısı aslında) yatıp, sabah "tanımlanamayacak çiy damlası" şeklinde uyanmak istemiyorum.
Sonunda festival alanının bir ucunda dev bir çadır görüyorum.
DJ’ler düşük sayılacak bir volümde müzik çalıyor. Bir vaha. Çay var ve yer kuru. Millet kafamın üstünde sağa sola yalpa vurarak dingilderken zorul zorul uyuyorum...
*
Festivali tamamlama ve dönüş hikayem ayrı. Ona girmeyeyim artık. Fakat Glastonbury Fatihi olmak bugün bile gurur veriyor.
Festival kapsamında gösterilecek onlarca şahane film arasından bazılarını daha önce seyretme şansım oldu.
Seyrettiklerim arasında rock damarı kuvvetli yönetmenlerden Julian Temple’ın yaptığı "Glastonbury" de var.
Filmde Morissey, Björk, David Bowie, Coldplay, Chemical Brothers’ı filan görüyorsunuz ama bu sadece bir müzik filmi değil.
Temple, festivalin 35 yılı boyunca orada bulunmuş kişilerin, yani seyircilerin kendileri için çektikleri filmleri de bir çağrıda bulunarak toplamış.
Toplam 154 bin dakikalık görüntülerden 138 dakikalık bu filmi çıkarmış.
Filmin "Glastonbury’yi yaşatması" pek mümkün değil tabii, ama bir filmle bir festivalin ruhu da bu kadar güzel anlatılır.
Seyrederken içinizden "Hayat festival olsa" diyorsunuz ve hemen bu yıl Glastonbury’ye koşmak geliyor.
Bu yıl Glastonbury Festivali 22-24 Haziran’da yapılacak. Biletler 1 Nisan’da satışa çıkıyor. Sadece bilet için 145 pound az para değil ama hep dediğim gibi, imkanı olan ve üç gün sürünmeye itirazı olmayanlar için iyi bir hedef.
Sekiz yıl olmuş ha? Vay be!
Koyunların kanlı intikamı
!f’te gösterilecek filmlerden seyredebildiklerim arasında süper güzel, süper hasta olanlardan da kısaca bahsedeyim...
Black Sheep/Kara Koyun: Yeni Zelanda’da bir koyun çiftliğinde genetik müdahale sonucu çığırından çıkan hayvanlar vahşi birer katile dönüşüyorlar. Koyun fobisi olan kahraman, insanları parçalayan koyunlar... Çok komik ve çok iyi bir film. Bir daha koyun gördüğümde şöyle bir titreyeceğime eminim.
Wristcutters/Bilek Kesenler: En beğendiğim filmlerden biri oldu. İntihar edenlerin toplandığı paralel bir evren. Gülümsemek yok ama diğer pek çok şey aynı görünüyor. Tom Waits de oynuyor. Sıkı bir aşk ve yol filmi. Filmi konusu kadar karamsar bulmadığımı da söyleyeyim.
Avida: Absürd ötesi. Mantığı vestiyere bırakmak niyetinde değilseniz filmi pas geçin. Ama Bunuel’i bir şekilde sevmişliğiniz varsa kaçırmayın. Çok iyi bulduğumu da söyleyeyim.
Taxidermia: Sağlam mide gerektirebilir. Bunu da sevdim ama yerim bitiyor. Hatta bitti bile.
(NOT: Sapığın Sinema Rehberi, Fuck, Kurt Cobain: Bir Oğul Hakkında, Pusher 3, Vahiyler ve Cite Soleil’in Hayaletleri de güzel duruyor...)