Paylaş
‘Beğenmedim’ dersem yalan olur, ‘Çok beğendim’ dersem de abartmış olurum
Morrissey için yaygın kanı, ‘yaşarken bir ikona dönüştüğünü gören şanslı ademoğullarındandır’ şeklinde özetlenebilir.
Sadece beş yıl sürse de (1982-1987) The Smiths’in yarattığı etki malum. Morrissey’i ‘yaşayan efsane’ye dönüştüren asıl nokta elbette yazdıklarıdır.
Birden fazla kuşağın ruhunu okuyan ve o ruha ses veren adam olarak yazdığı şarkılarla dünya döndükçe hatırlanacağı ve hep sevileceği de kesin!
Hayranları huysuzluğunu sırtında uçuşan bir pelerin gibi taşıdığı kronik kötümserliğini ve özel hayatı hakkındaki ketum tavrını, bilir.
Elbette şarkılarında hayatının yansımasını görürüz. Mesela, ‘Everyday Is Like Sunday’i dinlerken 1970’lerin Manchester’ında ‘sıkışıp kalmış’ ergen Morrissey’in bunalımını ve hazin hayatını neredeyse bizzat yaşarız. Şarkının çıkış noktası olarak Nevil Shute’un ‘On The Beach’ romanı anılsa da ‘Genç Moz’un Acıları’ şeklinde okuruz, dinleriz şarkıyı.
The Smiths’in ardından yoluna tek başına ve başarıyla devam eden Morrissey, ekim ayında merakla beklenen kitabını yayımladı.
Çok iyi bir edebiyat tutkunu olan, zekâsı, dile hâkimiyeti, nörotik fakat esprili bakış açısıyla nam salmış Morrissey’in kitabını umulmadık bir sadelikle ‘Autobiography’ olarak adlandırması epeyce şamataya yol açtı haliyle.
Genellikle olumlu eleştiriler alan kitabı nihayet geçen hafta okudum.
‘Beğenmedim’ dersem yalan olur, ‘Çok beğendim’ dersem de abartmış olurum.
Moz Abi, özellikle ‘boğuk ve sıkıntılı’ çocukluğunu, ilkgençliğini yaşadığı Manchester’ı müthiş güçlü ifadelerle aktarıyor.
Travmalarını anlatıyor, kendisini nasıl büyük bir yalnızlık duygusuyla harmanladığından, okuldaki ‘korkunç’ öğretmenlerden, ailesinden dem vuruyor.
Ve tabii müzik. İlkgençlik yıllarımızda bizi kaidemizden sarsan Moz’un kaidesi nasıl ve kimler tarafından sallanmış, izini sürüyoruz.
The New York Dolls, David Bowie, Iggy Pop, Lou Reed, Patti Smith, The Ramones gibi yıldızlar beliriyor sayfalarda. Bütün parasını müzik için biriktiren, yolu Manchester’a düşen sanatçılarla iki dakika muhabbet edebilmek, imza alabilmek için çabalayan, konser öncesinde yapılan ‘soundcheck’leri izlemek için çocukça bir heyecan duyan genç Moz’u tanıyoruz.
Muhteşem anekdotlarla ödüllendiriyor okuru arada sırada. Vanessa Redgrave ne demiş, Chrissie Hynde niye köpeği ısırmış vesaire vesaire...
Bir süre önce “humansexual’ım” açıklamasıyla epeyce patırtı kopartan Morrissey, özel hayatına uzun uzadıya girmiyor.
Ancak fotoğrafçı Jake Owen Walters’la ilişkisini aktarırken üstü hafif örtük de olsa büyük bir aşk yaşadığını ifade ettiğini çakıveriyoruz.
Enteresandır, kitabının ABD baskısında bu bölüm, yani ‘eşcinsel ilişki’ bölümünün çıkarıldığı duyuruldu. Moz’un buna nasıl izin verdiği veya verip vermediğini bilmiyorum ama onaylamış olması hakikaten ilginç.
Kitabın elini zayıflatan özelliği ise bazı konuları okuyucuya “Eeee, anladık, çok kızmışsın” dedirtecek derecede uzatması. Kişisel hesaplaşmalarının hayranları tarafından bu kadar merak edildiğini sanmıyorum.
Mesela The Smiths’in davulcusu Mike Joyce’un 1996’da açtığı dava ve kazandığı 1 milyon pound meselesini ‘kabak tadı’ verene kadar kurcalıyor neredeyse.
Plak şirketi Rough Trade’den İngiliz adalet sistemine pek çok kişiyi, kurumu iyice haşlıyor ki itirazım olmaz, okuyup eğlendik neticede.
Kitapta dikkatimi çeken bir noktayı daha vurgulayıp okumayı planlayanların tadını kaçırmadan toparlanayım.
450 sayfalık kitapta fotoğraflar da serpiştirilmiş araya. İdolleri, aile fotoğrafları, arkadaşlar... Fakat bir tek The Smiths fotoğrafı yok; sadece ‘The World Won’t Listen’ın kapak fotoğrafı.
Artık nasıl kızdıysa...
(Morissey. Autobiography. Penguin, 2013)
Paylaş