Bize büyük gurur yaşatan takımımızın kaptanına önce teşekkürlerimi sunmak, sonra da “Yakaladığımız şey çok daha büyük...” diye itiraz etmek isterim...
Öncelikle karşısında çaresizlikten aklımızı yitirmek noktasına geldiğimiz yangınların arasında diğer sporcularımızla birlikte yüzümüzü güldürdünüz.
Bir takım halinde, samimiyetle, aşkla, hırsla, inançla, kazanırken de kaybederken de birlik olarak, alınterini ve emeğini yaptığın işe dürüstçe akıtarak yürümenin, isyan etmenin harikulade örneklerini sundunuz.
Hepimize, ama aslında ne güzel ki, ne iyi ki milyonlarca çocuğa, genç kıza örnek oldunuz.
Önyargıları, kalın kafaları, yalan yanlış algıları, sabit fikirleri yerle yeksan ettiniz.
Hikmet Birand’ın (1904-1972) bu cümlelerle başlayan harikulade eseri “Alıç Ağacı ile Sohbetler”i karışık hisler içinde okuyorum; bir kez daha...
Açıkçası halim, eski defterleri karıştıran müflis tüccarı andırıyor. Yazımı 1966’da tamamlanan ve yıllar önce okuduğum günden itibaren elimin altından hiç ayırmadığım kitaba yeniden sarılma sebebim, fotoğraflarını, video görüntülerini seyretmeye bile tahammül etmekte zorlandığım yangınlar...
Dikmen Alıçı bu memlekete, toprağına, ağaçlarına duyduğum aşkın şekillenmesinde derin bir etkisi olan kitapta kendisini ziyarete gelen Birand’a anlatır dalların, yaprakların, köklerin destanını...
Lezzetli üslubunun peşinden sayfalarca koşarken büyük göçleri, yeniden doğuşları, yok oluşları, bu tılsımlı döngünün okuyucuyu da sarıp sarmaladığını hissedersiniz...
Hazırladığı raporu Milli Eğitim Bakanı İsmail Sefa Özler ve Başbakan İsmet İnönü’ye sunar, yardım isteğini dile getirir ve talebi hızlıca değerlendirilerek onaylanır, kıt kaynaklara rağmen bir bütçe ayrılır ve seçmeler için harekete geçilir.
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının imzalarıyla yayınlanan kararda “Bu yarışmalara katılmakta Türkiye için yarar vardır. Memleketimizde sporun gelişmesi ve yaygınlaşması, bu gibi uluslararası yarışmalara katılmakla mümkün olacaktır. Bu yüzden Türk gençlerini uluslararası yarışmalara girebilecek biçimde eğitmek ve geliştirmek üzere gereken uzmanların Avrupa’dan getirilmesi ve adı geçen Olimpiyat yarışmalarına Türk sporcuların da katılımını sağlamak için harcanmasına gerek görülen 17 bin TL’nin acilen Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’na ayrılmasına karar verildi...” yazdığını belirtiyor Olimpiyat Komitesi’nin web sayfası.
1896’da başlayan olimpiyat oyunlarına 1906’dan itibaren katıldığı belirtiliyor çeşitli kaynaklarda ancak “Gidebilen imkânı varsa gitsin, yarışabilirse yarışsın” şeklinde bir ilgi ve destek(sizlik) olduğu anlaşılıyor...
Cumhuriyet Türkiyesi’nin 19 futbolcu, 11 atlet, 5 güreşçi, 3 bisikletçi, 2 halterci ve 1 eskrimciden oluşan ilk kafilesi madalya alamasa da önemli bir kapı açmış oluyordu...
Fakat bu kapı aralandığıyla kaldı yıllarca, malumunuz...
Türkiye sonraki organizasyonlarda 30, 40, bilemediniz 50 kişilik kafilelerle katıldı, 1960’ta güreşçilerin zaferleriyle gelen büyük başarıyı bir daha pek göremedi veya geliştiremedi.
Tokyo Olimpiyatları’nda durum nedir?
Latince “Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü” anlamına gelen bu meşhur kalıp Olimpiyat Oyunları’nın felsefesini özetler.
İnsanoğlunun fiziksel ve elbette mental açıdan eriştiği, erişebileceği yüksek noktaları işaret eden sloganın er meydanıdır Yaz Olimpiyat Oyunları.
Kış Oyunları’na da bayılırım ve kaçırmam fakat çocukluk yıllarımdan itibaren heyecanla izlediğim bu “dört yılda bir gelen bayramın” ruhumda tetiklediği coşkunun yeri ayrıdır.
Tokyo için malumunuz, pandemiden dolayı ekstra bir yıl daha nöbet tuttuk fakat geldi işte gönlümüzün efendisi...
Hiç hazzetmediğim sıcakların ve suç ortağı nemin sopa olup adam dövecek seviyeye ulaştığı günlerde kendimi 80 yılı devirmiş 7 Gün dergilerinin sayfalarına attım...
Sedat Simavi’nin yayınladığı, kadrosunda Halide Edip’ten Reşat Nuri’ye, Hüseyin Cahit’ten karikatürist Ramiz’e dönemin “yıldız” isimlerini barındıran “7 Gün”, devrinin çok ilerisinde, mükemmel bir dergidir.
1937-1939 yılları arasındaki sayıların sayfalarına sığındım ki mesela o yıllarda meşhur “Çalıkuşu”, henüz tefrika edilmekte; siz hesabını yapın...
“Salı günleri çıkar her şeyden bahseder haftalık resimli mecmua” sloganıyla döneminin en popüler dergisine dönüşen 7 Gün ciltlerinden sizin için de bayramlık bir “paket” hazırladım; umarım gününüzü biraz olsun renklendirir...
EDEBİYAT AKADEMİSİ KURULSAYDI
21 ŞUBAT
Bir problem karşısında aynı hataları tekrarlayarak çözüme ulaşmanın mümkün olmadığı aşikârdır, kaldı ki probleme (bu duruma, salgına) karşı bir silah olarak aşıyı da devreye soktu insanlık...
Fakat son 1,5 yılda yaşadıklarından ders çıkartmamış gibi aynı hataları yaparak dalmayı tercih ediyoruz yeniden kazanılmış özgürlük alanlarına...
“Maskeler fora, eller havaya” ortamını değerlendirmek, gözlemlemek için geniş çaplı araştırmalara gerek yok; sokağa bakmak, haberleri izlemek, sosyal medyada küçük bir tur atmak bireysel karantina kararlarını yürürlükte tutmaya yetiyor da artıyor...
Ne varyantlar, ne uyarılar, ne yeniden tırmanışa geçen vaka sayıları etkiliyor kerameti kendinden menkul özgüven patlamasını...
1985 yazı; ergen saçlarımızda kavak yelleri eserken en büyük merakımız TRT’nin de Live Aid’i yayınlayıp yayınlamayacağıydı...
Etiyopya’da yaşanan dev boyutlu kıtlığa karşı güç birliği yapan müzik yıldızlarının konserindeydi aklımız...
Led Zeppelin’den Dire Straits’e, Madonna’dan Duran Duran’a, David Bowie’den Queen’e hayallerimizi ve poster şeklinde odalarımızı dolduran onlarca sanatçıyı bir araya getiren konserleri siyah beyaz, bölük pörçük de olsa izleme şansını yakalamıştık nihayetinde...
İngiltere ve ABD’de koordineli şekilde gerçekleşen, bazı başka ülkelerdeki daha küçük ölçekli organizasyonlarla desteklenen konserlerin 150 ülkede yaklaşık 2 milyar kişiye ulaştığını yazıyor şimdi müzik tarihi...
“En iyi performans elbette Queen’den gelmişti... Bob Dylan’ınki dev bir hayal kırıklığıydı... Phil Collins okyanusu aşarak iki kıtadaki konserde de sahneye çıkmıştı...” türü hatıra ve tespitleri veya organizasyondan elde edilen 100-150 milyon doların harcanma şekliyle ilgili tartışmaları bir kenara bırakıp konseri tetikleyen hadiseyi hatırlayalım...
ALÇAKLIĞIN EVRENSEL TARİHİ
Etiyopya’da 1983-1985 arasında yaşanan, 1 milyon 200 bin kişinin hayatına mal olan, 2,5 milyon insanı göçe zorlayan, 400 bin çocuğu anasız babasız bırakan kıtlığın temel nedeni kuraklık olarak bilinir; doğrudur, fakat dramın üstüne alçakça planlanmış siyasi hamlelerin gölgesi düşmüştür.
Bu utanç verici saygısızlıkla ilgili görüntülerin yayılmasının ardından tepkiler yükselirken, failler hakkında adli ve idari soruşturma da başlatıldı.
400 yıllık bir tarihe sahip kilisenin duvarlarında beliren rezillik nereden tutsanız elinizde kalacak türden, fakat dediğim gibi yaşananlar çok katmanlı...
Eğlence hayatı çok uzun süredir Kadıköy ve Beşiktaş başta olmak üzere az sayıda merkeze itilmiş ve sıkıştırılmış vaziyette. Sosyal medyadaki isyan dalgasına bakıldığında İzmir’de Güzelyalı sahilinden Cihangir’e kadar benzer şikâyetler var.
Bu sıkıştırmanın neticesinde belli alanlar o bölgede yaşayanların dışında kalanların yoğun akınlarına neden oluyor.