Paylaş
Akşamları, güneş batmadan evde olması.
Bilgisayarın, televizyonun açılış düğmesine bile dokunulmaması.
Kendileri maç/dizi izlerken, evladın ders çalışması.
Kitap ve defterlerinin, sekiz ay boyunca, yeni kaplanmış haliyle kalması.
Üzerinden çıkardığı elbiselerini, gardıroba, düzenli bir şekilde, çeşidine göre asması.
Ayakkabısını, dolaba düzgünce yerleştirmesi.
Üzerindekileri hiç eskitmemesi, kirletmemesi, hatta ütüsünü bile bozmaması.
Her ne söylenirse, “peki anneciğim, olur babacığım” diye cevap vermesi.
Okuldan, her gün, yüksek not aldığının müjdesiyle gelmesi; sınıfında, okulunda birinciliği kimseye kaptırmaması.
Yüksek sesle müzik dinlememesi, hatta mümkünse hiç dinlememesi.
Kendileri yemeğe ya da arkadaşlarına gittiklerinde, evlatlarının oturup ders çalışması.
Çocuklarının, karşılaştıkları bir tanıdıklarına saygılı olması, hâl hatır sorması, “büyükler gibi” davranması, terbiyeli, akıllı görünmesi.
Çevrelerindeki tüm evlatlardan daha zeki, daha çalışkan, daha başarılı olması.
Tatil günlerinde dizlerinin dibinden, yanlarından bir an bile ayrılmaması.
Ders çalışmaktan yorulunca kitap okuması, durmadan okuması, kendilerinin okumadığı tüm kitapları okuması.
Küçük bir harçlıkla günlerce idare etmesi, hatta biriktirmesi.
Birlikte otururken, sürekli cep telefonuyla oynamaması.
Kısacası, genellikle anne-babaların, evlattan çok “melek” beklentisi vardır.
* * *
Evlatların hoşlanmadığı anne-baba tutumları
Evden çıkarken, “sakın geç kalma” diye her gün tembihlenmesi.
Eve girince de, “nerde kaldın yavrum” denmesi.
“Bak kızım, bak oğlum” diye başlayan uzun nasihatler ve hayat dersleri.
“Bizim çocukluğumuzda, bizim gençliğimizde” diye başlayan yoksulluk, imkânsızlık ve garibanlık hikâyeleri.
“Sizin için katlanmadığım zorluk yok” gibi fedakârlık edebiyatı.
“Ben, senin imkânlarına sahip olsaydım, bugün farklı yerlerde olurdum.” gibi anlamsız cümleler.
“Sınavın nasıl geçti?” sorusu.
Kıyaslanma, azarlanma, yargılanma söz ve davranışları.
Işığı söndür, artık yat, haydi uyan artık, bir defa da sözümü dinle, ders çalış, ortalığı topla, gürültü yapma, kapıyı kilitlemeyi unutma!
Kısacası, evlatlar, anne-babalarını, başlarında sürekli emir cümleleri kuran “bekçiler” gibi görmekten hoşlanmazlar.
YAZMAK SORUMLULUK İSTER
Her Pazartesi, bu köşede yazıyorum.
Aslında, sadece örgün eğitime ilişkin değil, hayatın her alanıyla ilgili duygu ve düşüncelerimi okuyucularımla paylaşmaya çalışıyorum.
Sadece Ankara’dan değil, yurdun dört bir yanından farklı tepkiler alıyorum.
Burdur-Gölhisar İlçe Millî Eğitim Müdürü Seyfullah Karapınar, “Yazılarınızı düzenli olarak, arkadaşlarla okuyor, arşivliyor, kitaplaşmasını bekliyoruz.” diyor.
Antalya’dan, Kahramanmaraş’tan, İzmir’den, Mardin’den ve başka illerden arayanlar da oldu yazdıklarıma ilişkin olarak.
Hangi okula gitsem, idareciler, öğretmenler düşüncelerini belirtiyor, görmeye alışık olmadıkları konulara değindiğimizi ve memnuniyetlerini ifade ediyorlar.
Bürokratlardan, politikacılardan, hemen hemen her haftaki yazımdan sonra, “insanı temel alan, derinlikli” yazılar yazdığım için memnuniyetini dile getirenler oluyor.
* * *
Sohbet sırasında, “suya sabuna dokunmadığımı”, “bir noktaya getirip bıraktığımı” söyleyenler de oluyor.
Resmî görevimden dolayı dikkatli davrandığımı, eleştirel yaklaşmadığımı, hatta, istesem de böyle yapamadığımı sananlar da var.
* * *
Herkesin, kendine, çocuklarına, topluma, tarihe karşı sorumlulukları vardır.
Yazmaksa, not düşmektir.
Gelecek kuşaklara, bugünün mirasını aktarmaktır.
Her yazar, yazdıklarının bugünkü karşılığından çok, gelecekteki kuşaklar üzerinde yapacağı etkiyi hesaplayarak yazmak zorundadır.
* * *
Yazdıklarımın, belki çoğunun özeti şudur: Kimliğimizi korumalıyız.
Medeniyetimizin ışığını yeniden güçlendirmek zorundayız.
“Kendin olduğunda”, kendi kültürel ve inanç değerlerinle yaşadığında saygınlığın olabilir.
Öykünmek, taklit etmek, başkaları gibi olmaya çalışmak zayıflatır, küçültür, değersizleştirir.
Kuşkusuz, dünyadan kopmadan, gittiği yönü izlemek zorundayız.
Ama değerlerimize ilişkin güçlü sütunlarımızı yeniden bulabiliriz!
Farklılıklarımızın rengini bu sütunlara katabiliriz.
Ülkemizde, bu medeniyet sütunlarını arayan, onaran bazı kültürel damarlar vardır.
Bu damarlardan birisi de, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil’le akar, yakın tarihin ırmağında.
Ben de bu ırmaktan sular içmiş birisi olarak buradayım ve bu ırmağın sesiyle yazıyorum.
Çok uğultu var, belki duyulmuyor ama, olsun.
AH KALBİM
Kahrını çekmek zor.
Kırılgansın, zarifsin, zayıfsın.
Duygu yüklüsün. Küçük bir söz, küçük bir kederli bakış, içine kapatır, üzer, yorar seni.
Bazen en yakınlarından, bazen de hiç tanımadığın, seni de hiç tanımayan kimselerden gelir soğuk bir rüzgâr; üşütür seni.
Mevsim de sonbahardır hani.
Hüznün kardeşidir sonbahar.
Hüznünü sırtına vurup da yürüyeceksin Ankara’da.
Ankara, her zaman sonbahardır çünkü.
İçtenlikle sıkılmış bir el bulmak için, yüzlerce el sıkacaksın bazen; arayacaksın.
İkiyüzlülüğü, kibri, riyakârlığı tanıyacaksın uzaktan, kaptırmayacaksın kendini.
Albenili, sıcak, tarih ve teknolojinin bütün olanaklarıyla donatılmış yakuttan sözlere veya seni acıtan, inciten ne varsa eşit duracaksın.
En az yanlışlar kadar, doğru insanlarla da dolu olan hayat ırmağında yaşamak, senin dayanma gücündür kalbim.
Ferasetin, basiretin, uzak görüşlülüğündür.
Yine de işin zor be kalbim.
Paylaş