Bir zamanlar farkında bile olmadığımız konular, önemle üzerinde durduğumuz, takip ettiğimiz uygulamalarımız oldu.
Yakın zamana kadar, engelli çocuklarımızın sayısı bile bilinmezken; bugün bu çocuklarımızdan eğitim çağında bulunup da, eğitimden faydalanmayanı kalmadı.
Her okulda kaynaştırma eğitimi veriliyor. Özel eğitim veren sınıflar, süratle yaygınlaşıyor.
Sağlık kuruluşlarıyla işbirliği yapılıyor.
Tedavisi uzun sürecek çocuklarımıza hastanede eğitim veriliyor.
Daha da önemlisi, eğitim çağına geldiği halde ağır düzeyde bedensel yetersizliği bulunan çocuklarımıza eğitim, evinde veriliyor.
Bu durumdaki çocuklarımızın aileleriyle işbirliği yapılıyor. Aile bilgilendiriliyor, destekleniyor, eğitimin her aşamasına katılımları sağlanıyor.
Nezaket, hayatın sigortasıdır. Mutluluğun, huzurlu yaşamanın, güçlü bir iletişimin sigortası nezakettir.
Her gün yüzlerce davranış sergiliyoruz. Kuşkusuz, bu davranışlarımız içinde, başkalarını rahatsız eden, doğru olmayan, bize göre doğru olsa bile, başkalarının anlayışına ters düşen tutumlarımız da oluyordur.
Büyük bir yanlış, rahatsız edici bir tutum, bazen bir özür dilemeyle kapatılabilir.
Özür dilemek, bir acizlik, bir geri adım atma değil; büyük bir erdemdir.
Özür dilemek, toplumun huzuruna, insanların iç dünyalarının onarılmasına katkıdır.
Özür dilemek, karşımızdaki kişiyi rahatsız eden tutum ve davranışımızın farkına vardığımızı ifade etmek ve onu, bu duygunun ortağı yapmaktır.
Güneş aynı, rüzgâr aynı, caddelere dökülmüş sarı sonbahar yaprakları aynı ama insanların içlerinde kabaran duygular farklı.
Aile aynı, şehir aynı, dünya aynı ama algılar farklı, duygular farklı, duruşlar farklı.
Aynı şarkının, dinleyen her bir insanın ruhunda estirdiği fırtına farklı.
İş aynı, ofis aynı, perdeler, pencereler, kapılar aynı ama çalışanların performansları farklı.
Aynı gün, güneş, biri için hayatın en ‘bedbaht’ gününün üzerine doğarken; aynı şehir, aynı sokak, aynı apartman, hatta belki aynı evde yaşayan bir başkasına, ruhunu aydınlatan bir ‘kandil’ olarak doğmaktadır.
Güneş, insanların üzerine her gün aynı etkiyle de doğmamaktadır.
Aynı yağmur, aynı kar, aynı güneş ve hayata dair ne varsa, her bir insan için ayrı anlamlar ifade etmesi bir yana; aynı kişi için dahi farklı zamanlarda, farklı anlamlar ifade edebilir.
Akşamları, güneş batmadan evde olması.
Bilgisayarın, televizyonun açılış düğmesine bile dokunulmaması.
Kendileri maç/dizi izlerken, evladın ders çalışması.
Kitap ve defterlerinin, sekiz ay boyunca, yeni kaplanmış haliyle kalması.
Üzerinden çıkardığı elbiselerini, gardıroba, düzenli bir şekilde, çeşidine göre asması.
Ayakkabısını, dolaba düzgünce yerleştirmesi.
Üzerindekileri hiç eskitmemesi, kirletmemesi, hatta ütüsünü bile bozmaması.
Tatili sevmişimdir hep.
Benim için okuma ve yazma günleridir.
Hem, karton bir kâğıda yazılmış ve eline tutuşturulmuş, uymak zorunda olduğun “günlük program” da yoktur tatil günlerinde.
İstediğin saatte kalkarsın.
Oturur, ailenle birlikte, en sakin halinle kahvaltını yaparsın. Gazeteleri açar, istediğin bir köşe yazarını okursun.
İster televizyon izlersin, istersen gider tekrar yatarsın.
Eşini, çocuklarını ikna edebilirsen eğer, gider bir yerlerde oturur, kahve içer; gerekli, gereksiz konular üzerinde sohbet edersiniz.
Okul müdürleriyle sık sık bir araya geliyoruz:
Bu toplantılardan, yararlananlar da var, zorlananlar da.
‘Angarya’ görenler de var, önemseyenler de.
“Yine aynı şeyler” diyenler de var; “önemli konular görüştük” diyenler de.
Konuşulanları öğretmenlere aktarmak üzere not alanlar da var; uyuklayanlar da.
Yüreğini, ruhunu, duygularını işine adayanlar da var; başka dünyalarda gezinenler de.
* * *
İşini ve çocukları dünyanın merkezi olarak görenler de var; kendini dünyanın merkezine koyanlar da.
Bilişime ilişkin veriler, birçok ülkenin model olarak benimsediği seviyelere geldi.
Yabancı heyetler, geliştirdiğimiz teknolojik alt yapıyı tanımak amacıyla ülkemize geliyorlar.
Ama ters giden bir şeyler var.
Yüksek idealleri, büyük “davaları” olan insanlar kaybolmaya yüz tuttu.
Bununla birlikte, yalnızlık, güvensizlik, sorumsuzluk, bencillik gibi kavramların, çeşitli ortamlarda, sıklıkla dile getirildiğini görüyoruz.
Yanından ayrıldığımızda, hakkımızda olumsuz konuşmayacağından; bilmediği, tanımadığı kişiler ve olaylarla ilgili yalan yanlış fikirler ortaya koymayacağından emin olabileceğimiz kişi sayısı bir hayli azaldı.
Hemen hemen hiç kimse, diğer insanların “elinden ve dilinden emin” olamıyor.
Masamda otururken, manyetolu telefonum çaldı. Bir dostum, uzatmadan söyledi: “Başımız sağ olsun, Cahit ağabeyi kaybettik.”
Hayatım boyunca birkaç kez yaşadığım, acılarla dolu duygu fırtınalarından birine yakalanmıştım. Bir yığın nedenle, hıçkırarak, katıla katıla ağlamaya başladım.
Tam o sırada, Sadık adındaki memur içeriye girdi ve şaşırdı. Okulun müdürü hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
“Müdürüm, sizin için ne yapabilirim?” dedi.
Yalnız kalmak istediğimi, sadece işaretle ifade edebildim.
İSTANBUL, O YILLARDA ÇOK UZAKTI
Andırın Postası gazetesinin sahibi, merhum M. Ali Zengin’le Adana’ya, oradan da uçakla İstanbul’a gittik.