Paylaş
* Yahu senin kendi tiyatron vardı, ne o sattın mı yoksa?
- Hâlâ var İzzet, niye geçmiş zamanda konuşuyorsun ki anlamadım?
* Ne bileyim, AVM’lerden çıkmıyorsun da son günlerde...
- Maalesef İstanbul’da artık eskisi gibi fazla tiyatro binası yok. Ne yazık, yerlerine yenileri de yapılmıyor. Biz de bari olanlar ayakta dursun diye uğraşıp duruyoruz işte. Ama bunun yanında yüzleşmemiz gereken bir gerçek daha var; o da seyircilerin alışveriş merkezlerinin içindeki tiyatroları tercih ediyor olmaları... Ee onlar da haklı aslında, düşünsene park yeri sorunu yok, metroyla veya metrobüsle hooop AVM’desin. Bu artık çok önemli bir özellik çünkü İstanbul o kadar büyüdü ki, resmen bir yerden diğerine gitmek Haçlı Seferi’ne çıkmak gibi bir şey! Ee hâl böyle olunca da, biz tiyatro olarak seyircinin ayağına gidiyoruz.
* Peki senin için zor olmuyor mu “bedevi” tiyatroculuk?
- Vallahi tek eksiğim var, o da kendime ait bir kulis! Geçenlerde “Tiyatroda proje bazında en çok istediğin şey nedir?” diye sordular, hiç düşünmeden “Bana ait bir soyunma odası” diye cevap verdim. Çünkü soyunma odası dediğin yer, oyuncunun mabedidir. Gidersin, aynaya bakarsın, akşamki performans için kendini hazırlarsın... Oysa benim böyle bir imkanım yok çünkü her gün başka bir tiyatroda oynuyorum. Bugün CKM’deyim, yarın Trump’ta, öbür gün Şişli’de, daha sonra Pendik’te, hemen akabinde Bostancı’da, ardından Samsun’da, Adana’da derken sürekli dolanıp duruyorum. Sadece ben değil, bütün tiyatrolar İstanbul içinde geziyorlar.
İÇİNDEKİ ÖTEKİ SENLERLE BARIŞ
* Eskiden Anadolu turnelerine çıkardınız, şimdiyse İstanbul içi turneler yapıyorsunuz yani...
- Aynen öyle! Zaten İstanbul dediğin 17 milyon nüfuslu başlı başına bir memleket oldu kardeşim. Gelip benden eski bir oyunumu tekrar sahnelememi istiyorlar. “Yahu ben onu çok oynadım” deyince de “O zamanlar İstanbul’da 10 milyon kişi vardı, şimdi nüfus 17 milyon” diye cevap veriyorlar.
* Kapalı gişe oynadığın yeni oyununun adı Ödünç Yaşamlar! Peki ödünç aldığımız şeyler ne yaşamdan?
- Oyunda insanın kendisiyle yüzleşerek yenilenmesi gerektiğini anlatıyorum. Verdiğim mesaj net; “içindeki öteki senlerle barış!”
* Ülkece en büyük problemimiz, kişilerin içlerindeki ötekilerle barışamaması mı dersin?
- Evet, hatta cesurca şunu söyleyebilirim ki ötekileştirme meselesi kişinin kendisinde başlıyor. “İçindeki senler”le yüzleşemeyince de; erkek kadını, kadın erkeği, mahalleli de dini inançlara veya etnik kökenlere göre birbirini ötekileştiriyor. Ama her şey, önce insanın içinde başlıyor. Mesela adam “Sen bana baksana, nasıl disiplinli bir işadamıyım, benden serseri çıkar mı?” diyor. Ne çabuk unuttun, 7 yaşında cam kıran hergele de, 15’inde kız pencerenin önünden geçsin diye bekleyen, geçmeyince ağlayan delikanlı da sendin. Aşkın karşılık görmediğinde sürünen, uyuyamayan, mektuplar yazan da sendin. Seneler sonra eşini aldatan yine sensin. Bal gibi de serseriymişsin işte! Şimdi içindeki bu ötekileri teker teker bastırmaya çalışıyorsun. Halbuki çıkar hepsini ortaya arkadaş, yüzleş “kendilerinle”. Bak bana, içimdeki tüm benlerle el sıkıştım, barıştım, hepsiyle kol kola yürüyorum. Çok da mutluyum!
AŞK BU, NE ZAMAN GELİP GİDECEĞİ BİLİNMEZ
* Ödünç Yaşamlar’ı tek kişilik bir oyun zannediyordum. Baksana ne kalabalıkmışsın sahnede!
- Vay sen bu işi bayağı öğrenmişsin bakıyorum (kahkahalar). Şaka bir yana seyirciye, gülüp kahkaha atarken, yaşam, aşk ve kendiyle barışma yolunda sefil olmamanın formülünü sunuyorum. Çevrenin, bireyin sırtına geçirdiği “ödünç yaşam hırkası”nı çıkarıp atmanın yollarını anlatıyorum.
* Adam 40 yaşına gelmiş bunları öğrenememiş, sen 2 saatlik oyunda mı öğreteceksin?
- Bana göre tiyatro, gidilen bir yer değil, oyundan sonra seninle birlikte kapıdan çıkıp hayatına karışan bir şeydir. Hâl böyle olunca da seyirciyi evine yaşamında fark yaratacak bir zihniyetle göndermeyi amaçlıyorum. İyi tiyatro seyirciyi manen zenginleştirir, işte peşinde olduğum tam da bu! Büyük bir aşkla, yaşama her gün yeniden başlayıp, hayatın her gününü Sevgililer Günü’ne çevirsinler diye didinip duruyorum.
* Biraz daha ayakları yere basan laflar etsen... Aşk, aşk dediğin nedir Allah aşkına?
- Öyle bir şeydir ki o, ne zaman gelip ne zaman gideceği bilinmez. Az acılı versiyonu asla hiçbir halta yaramaz. Aşk dediğin insanı yakmalı, kavurmalı, hatta küle çevirmeli! Çünkü ancak bu şekilde tatmin edebiliriz içimizdeki mazoşist yanlarımızı... Kimileri bu duygunun insanı motive edip yaratıcı hale getirdiğini, kimileri de yaşamı ıskalattığını söyler. Aklın zekasıyla gönül zekamız arasında bir denge kurmamız gerektiğini düşünür dururuz. Buna sonuna kadar katılıyorum. Aşkta da, meşkte de, işte de aklın ışığını yüreğe yansıttığın sürece zenginleşirsin.
SEVGİLİLER GÜNÜ KİMİLERİNE GÖRE TUZU KURULARIN ŞENLİĞİ
* İyi hoş da bu söylediklerini hayata geçirmek çok kolay olsa, bu kadar insan yalnız kalmazdı herhalde...
- Her şey kolay olacak diye bir kaide mi var canım? Mevlana’nın dergahının kapısında “Burası Aşıklar Kabesi’dir. Her kim ki buraya nakıs gelir, buradan kamil olarak çıkar” yazar. Anlayacağın aşk, kapısından “eksik” girenleri alır, evirir, çevirir, pişirir ve bütünler. Tüm bağlardan kopup özgür bir yolculuğa çıkma halidir aşk dediğin şey...
Kadın ile erkeğin aşka bakış açısı arasında öyle kesin ve derin bir ayrım olduğunu da hiç inanmıyorum. Zaten en aklı başında kadınlar, içlerindeki erkeği keşfetmiş kadınlar değil midir? Aynı şekilde bir erkeğin sorunsuz, komplekssiz olması için önce içindeki kadını keşfetmesi gerekiyor... Bak bu anlattıklarımın cinsellikle bir alakası yok, hepsi tamamen felsefi anlamda...
* Ne aşkmış be kardeşim, yemin ediyorum kuantum fiziği bile daha anlaşılır!
- Yaa tabii ne sandın? Aşk, beş duyunun takım oyunu sonucu ortaya çıkan altıncı duyudur. Eksiler vücudun ve zihnin mükemmel mekanizmasında artıya dönüşüp bireyi tamamlar. Boşuna “Tamamla bizi ey aşk!” dememişler...
* Aşkta mutluluğu yakalamayanlar “bana kaderimin bir oyunu mu bu” diyor. Peki bu Sevgililer Günü dediğimiz şey kapitalizmin bize bir oyunu olabilir mi?
- E tabii, Sevgililer Günü tıpkı diğer cicili bicili günler gibi modern tüketim toplumunun cilvelerinden. Bunlar kimileri için yaşamın süsü püsüdür, kimilerine göreyse tuzu kuruların şenliği... Mesela benim gibilere her gün Sevgililer Günü! Yılda tek gün beni kesmez, gerçekten seviyorsan, sevgilin senin “bir taneciğinse”, her an sımsıkı sarılmalısınız. Zaten içinden geçtiğimiz şu lezzetsiz günlerde elimizde aşktan başka ne kaldı ki?
“Yılda bir gün bana yetmez” diyenler için vatan aşkı, doğa aşkı, sanat aşkı, uygar yaşam aşkı, eğitim aşkı, çağa yakışır bir birey olma aşkı gibi günler de ilan edilip kutlanmalı bence.
TAKIM ADAMI OLUP BİRLİKTE HAYAT KURMANIN HARİTASINI ÖĞRETİYORUM
* Gönül işlerinden yeterince bahsettik, haydi biraz da iş konuşalım. Ciltlere sığmayan CV’ne şimdi bir de oyunculuk atölyelerini ekledin...
- Zaten 20 yıldır oyuncu yetiştiren bir okulum var, üniversitelerin oyunculuk bölümlerinde de ders verdim. Fakat Akasya ve diğer
alışveriş merkez-lerinde katılanlardan para talep etmeden yaptığım bu workshop’lar dünyada bir ilktir.
Hangi ülkeye gidersen git bu atölyelerin ücretsiz olanını bulamazsın. Zaten benim çizgimdeki oyuncular da böyle bir şey yapmak istemezler genelde.
SİSTEM ÖNCE ELİNİ AYAĞINI KIRIYOR SONRA ‘UÇ’ DİYOR
* Eee sen niye yapıyorsun bu workshop’ları peki, manyak mısın?
- Küçüklere ve büyüklere oyunculuktan yola çıkarak sistemli bir şekilde odaklandıkları hedeflere nasıl varacaklarını anlatmak için...
Atölyeye katılanlara takım adamı olup birlikte hayat kurmanın yol haritalarını öğretiyorum. Tüm mesleklerde olduğu gibi oyunculukta da hayal gücü bilgiden daha önemlidir. O zaman ne yapacaksın? Bilgini hayal gücünün emrine verip kendinden daha inovatif bir birey çıkaracaksın. İtiraf etmeliyim ki çocuklar bu konuda yetişkinlerden çok daha başarılı.
* Hayal güçleri daha az “törpülendiği” için mi?
- Gayet tabii! İnan gelen ufaklıkların bile çoğunun evde özgüvenleri zaten kırılmış durumda. Yetişkinler desen, bir yandan okul, öte yandan aile ve mahalle baskısı derken özgüvenleri zaten paramparça. Her şeyi bir kenara bıraktım, buraya yakışıklı delikanlılar, dünyalar güzeli kızlar geliyor ama hepsi eksik, yarım, yamuk, çarpık çurpuk olduklarını sanıyorlar.
Yahu hele sen önce kendi kilonla, boyunla, saçınla, vücudunla barış; en azından o konuda sorun yaşama! Bizim toplumun, insanın özgüvenini kırma gibi bir alışkanlığı var.
Adama daha çocuk yaşta “Yavrum yapma, etme, kurcalama, başımıza icat çıkarma” diyorsun, sonra iş hayatına atılınca duydukları ilk cümle “İcat çıkar” oluyor. Sistem önce elini ayağını kırıyor, kanatlarını kesiyor, sonra da “uç” diyor. Nereye uçsun, nasıl uçsun adam?
NİYE BİR ALİ POYRAZOĞLU DAHA OLSUN Kİ
* Bir Ali Poyrazoğlu daha yetişmedi değil mi?
- Yetişmedi tabii ve olmaması gerekiyor zaten.
* Biraz egoist olabilir misin?
- Ne alakası var canım? Ben bunu egoistlik anlamında söylemiyorum. Herkes kendi işini, yöntemini, yolunu icat etmek zorunda. Türkiye’deki en büyük sorun neredeyse her bireyin aynı olması değil mi? Niye bir Ali Poyrazoğlu daha olsun ki? Başkası olma, kendin ol kardeşim!
* Milletçe yaratıcılıktan sınıfta mı kalıyoruz?
- Kesinlikle! Büyük hoca Peter Drucker diyor ki; “İnovasyon dediğimiz iş bir borudan ibarettir. Borunun bir ucuna eski müşteri ilişkileri, eski finans işleri, eski pazarlama ve proje yöntemlerini vesaire dolduruyorsun ve diğer ucundan hepsinin yeni versiyonlarını çıkarıyorsun. Demek oluyor ki inovasyon bir dönüşüm borusudur.” Anlayacağın eskinin devamlı baştan yaratılması ve bu durumun süreklilik arz etmesi gerekiyor. Maalesef bizde geçmişle yüzleşip yeniye yönelmek diye bir şey yok. Bunu ne bireyler, ne kurumlar ne de devlet becerebiliyor.
* Geçmişini bilmeyen geleceğini inşa edebilir mi?
- Geçmişinle yüzleşemezsen onu değiştirmenin imkanı yok! Bu arada yapacağın değişimin de çağa uyup uymadığını iyi inceleyeceksin. Biz rüyalarımızı bile yeniden kurgulayamayıp sekiz-on sene önce gördüğümüz rüyaya takılı kalıyoruz.
* Hoop benim kafa burada stop etti... Anlamadım...
- E rüyanın da modası geçiyor! Diyelim ki bir iş kurma hayalin var, sen bunun için kendini maddi manevi hazırlayana kadar başkası o işi çoktan yapmış; hatta parasını bile yemeye başlamış oluyor. Hayallerini sürekli, zamana uyacak biçimde yeniden kurgulaman gerekiyor.
* Şirketlere verdiğin danışmanlıklarda CEO’lara, işadamlarına bunları mı anlatıyorsun?
- Tabii bu kadar yalın şekliyle olmamakla birlikte onlara da hayal gücünün ve inovasyonun önemini anlatıyorum. Sen yakın gelecekteki büyük tehlikenin farkında mısın?
* Büyük İstanbul depreminden mi bahsediyorsun?
- Bırak makara yapmayı da iyi dinle! Tek bir bilgisayar çipi 10 kişinin işini yapmaya başladı. Bu ne demek? İstihdamda kayıplar olacak! Bireyler yeni gözde mesleklerin neler olduğunu öğrenmek zorundalar. Hepimiz ancak yeni buluşlar, yeni duruşlar ve yeni dokunuşlarla ilerleyebiliriz. Devir “creative destruction” devri!
* Türkçe altyazısını rica etsem...
- Bu yönteme “Yaratıcı yıkıcılık” diyoruz. Bireyler de, kurumlar da kendilerini söküp takarak yeni baştan inşa etmeyi öğrenmek zorundalar. Devletin de bu yönteme ve hızına yetişmesi gerekiyor. Özel sektör büyük bir ivme içindeyken çeşitli sebeplerden dolayı devlet değişimi kolayca yakalayamıyor.
* Var olanı sökerken, gecekondu inşa edenler de var...
- Teknoloji ve yeni mecralar bu saatten sonra kurumların gecekondulaşmasına izin vermeyecek. Çağın gerektirdiklerine, globalizasyonun getirdiği gerçeklere ya uyacaksın, ya uyacaksın, başka çare kalmadı! Dünyanın bütünleştiği bir konuda kendini dışarı atmaya çalışan, boşluğa düşer.
CIRQUE DU SOLEIL SİRKİN ORTASINA İNSANI KOYDU
* Peki bu yenilenme için maddi imkanı olmayanlar ne yapacak? Mesela bütün tiyatroların Cirque du Soleil “kıvamında” gösteriler yapacak bütçesi mi var sanki?
- Cirque du Soleil tiyatro sanatının bambaşka bir versiyonu. O sahnede baş aktör teknoloji! Yıllardır süregelen sirk geleneğini yıktı adamlar resmen. Hayvanlara yapılan eziyete karşı bir duruş sergileyerek, hayvanları devreden çıkarıp insanı sirkin ortasına koydular. Teknolojinin nimetlerinden faydalanarak muazzam bir görsel şölenle karşımıza çıktılar. Tamam belki bu şekilde binlerce seyirci çekiyorlar ama benim tek kişilik oyunuma da her seferinde 800-900 kişi geliyor. Peki bu nasıl oluyor?
* Bilmem, nasıl oluyor?
- Demek ki seyircinin talebi sadece görsellik değil! Tiyatroya gelenler düşünerek, dinleyerek, kafasında bazı şeyleri değiştirip, manen kendini zenginleştirecek oyunları da takip edip izliyor.
* Her şey teknolojiden ibaret değil yani...
- Tabii ki değil ama teknolojinin de artık hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olduğunu unutmamamız gerekiyor. Düşünsene, yıllar önce kaybettiğimiz İngiliz tiyatrosunun en büyük ustası Sir Laurence Olivier, bugün bir oyunda hologram olarak karşımıza çıkıyor. Fakat “high tech” ile “high touch” arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekiyor.
* “I love you, I love you... Do you love me, yes I do” şarkısıyla büyüyen bir nesil için bir beden büyük İngilizce konuşuyorsun...
- (Gülüyor) High tech yüksek teknoloji, high touch da insani dokunuş anlamına geliyor. İşadamlarına sadece high tech’le ileri gitmeyi düşünürlerse tökezleyeceklerini anlatmaya çalışıyorum. Pek çok sektörde bir mutlu müşteri firmaya ortalama 45 kişi kazandırır, bir mutsuz müşteri ise 60 kişi kaybettirir. Elbette her müşteriyi mutlu eden farklı unsurlar var. Mesela artık banka işlerini hiç kimseyle muhatap olmadan sadece bilgisayar ve ATM’lerden yapabilirsin. Fakat ben bankadan içeri girip “Merhaba, benim şu hesaba baksana” demeyi seven bir adamım. Bu insani dokunuş beni mutlu ediyor.
* Bu denge her sektörde kurulmalı mı yani?
- Gayet tabii! Manifaturacısından ayakkabıcısına, tiyatrocusundan AVM yöneticisine kadar herkes insani dokunuşa önem vermeli. Bana “Nereden buluyorsun bu kadar seyirciyi?” diye soruyorlar. Yahu yıllardır sahnelerdeyim, bu süre boyunca hep iyi ilişkiler kurdum, hep seyircilerimi mutlu gönderdim evlerine... Sonunda da ben o seyirciyi kumbaraya para atar gibi tek tek biriktirdim.
* “Al işte sana insani dokunuşun babası” diyorsun...
- Aynen... Bu nedenle teknoloji insani dokunuşu ortadan kaldıramaz. Şu an içinde bulunduğumuz AVM’den çıkar “insani dokunuşu” ne kalır? Beton yığını!
BİZ HAŞARI ÇOCUKLARDIK AMA HAYAT BİZİ TÖRPÜLEDİ
* Ödünç Yaşamlar’a geri dönmek istiyorum...
- Asıl yapman gereken sistemin sırtımıza geçirdiği “Ödünç Yaşamlar hırkasını” fırlatıp atmak...
* Bırak şimdi felsefeyi de biraz daha oyundan bahset...
- Oyun tiyatroya başladığım ilk günlerde yaptığımız çılgınlıklarla açılıyor. O zamanki kadroyu, birbirimizi nasıl güldürdüğümüzü, tüm deliliklerimizi bir bir anlatıyorum. Tam acemilik günlerinin maceralarından bahsederken, aniden oyunun yapısı değişiyor ve felsefi bir havaya bürünüyor.
* Her zamanki gibi hem güldürüyorsun hem de düşündürüyorsun yani...
- Gençlik yıllarımızda olduğu gibi bugün de tiyatrolarda çalışan pek çok hergelenin ve haşarı oyuncunun olduğundan söz ediyorum Ödünç Yaşamlar’da. O dönemlerimizdeki tüm azgınlığımızın sebebi belki de sürekli itilip kakılmamız ve hakkımızın yenmesiydi. Biz o zamanların haşarı çocuklarıydık ama hayat hepimizi yavaş yavaş törpüledi.
* Bugünün haşarı çocukları nasıl peki?
- Ya şimdiki genç oyuncular inanılmaz işler yapıyorlar. Haylazlık konusunda da bizden aşağı kalır yanları yok. Geçen gün tam sahneye çıkmak üzereydim, eskiden bizim tiyatroda çalışan Ümit Kantarcılar’la Burak Alkaş geldi.
* Ali Poyrazoğlu Üniversitesi mezunları.
- Aynen öyle. Bunlar geldiler, tam sahne-
ye çıkacakken “Hocam kaç yaşındasın?” di-
ye sordular. Başladım çemkirmeye “Ulan defolun başımdan, Google’dan bakın, sah-
neye çıkıyorum” diyorum, dinletemiyorum. Neymiş efendim Google’da yanlış bilgi oluyormuş, bir yerde 80 ötekinde 34 yazıyormuş.
* Senin yaşın 34 diye çıkıyorsa, harbiden Google’a hiç güven olmaz...
- Kaşınma İzzet! Sonunda baktım ki bunların başımdan gideceği yok, “64 yaşındayım” dedim. İşte o an Burak cebinden bir ip çıkardı.
* Eleğini asman için mi?
- Yahu bir sus, içine etme de rahat rahat anlatayım şunu. Dediler ki “Hoca Türkiye’de uzun yaşayanların ortalama ömrü 85 yıl”... Bizim haylazlar ellerindeki ipi ölçüp 85 santimini bir kenara ayırdılar. Sonra o parçanın da 64 santimini kesip atarak, kalan kısa ipi elime verdiler ve “Al bu kadar kaldı” dediler.
* Al sana mezunlarından hocalarına okkalı bir hayat dersi...
- Sus sorma vallahi, öyle kalakaldım, o gece oyunu nasıl oynadım bilmiyorum. Oğlanları bildiğin öldürmek istedim ama sonra oturup düşününce baktım ki çocuklar haklı! Bence herkesin aynı soruyu kendisine sorması lazım: Kaç santim kaldı? Her anın tıpkı koca bir yaşam süresiymiş gibi hakkını vererek tadını çıkararak yaşamamız gerek. İşte bu yüzden ben kültür ve sanatla hem bireylerin hem de kurumların kendilerini yeniden inşa etmelerini istiyorum. Her sabah kendi kendimize “Kaç santim kaldı?” diye sormamız şart, hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor.
Paylaş