Gazetedeki köşemin ve kliniğimin isim annesi Sezen Aksu’dur

Osman Müftüoğlu’yla kendi yaşamından değişen dünyaya “ayak uydurma” tüyolarına, sağlığımızı tehdit eden temel faktörlerden gelecekte bizleri neler beklediğine kadar pek çok şeyi konuştuk. Buyrun siz de katılın “sıhhat dolu” muhabbetimize...

Haberin Devamı

Hocam isminizi bilmeyen azdır fakat hikayenizi bilen daha da az gibi geliyor bana. Kimdir Osman Müftüoğlu? Nasıl tırmandı hayatın “basamaklarını”?
- Mersin’in Anamur kasabasında, 7 çocuklu mütevazı bir ailenin 5. çocuğu olarak dünyaya geldim. 17 yaşıma kadar kasabadan en fazla bir iki gün çıkmışlığım vardır; o da fen lisesi imtihanlarına girmek için...
İçinizdeki “bilim aşkı” küçük yaşlardan beri hep vardı anlaşılan...
- Bilim aşkı değil de, baba korkusu diyelim (gülüyor). Tabii ki fene ilgi duyuyordum fakat asıl amaç babamın ideallerini yerine getirmekti.
Neydi babanızın istekleri?
- Babam otoriter bir adamdı. En büyük dileği hepimizin okumasıydı. Benden bir önceki ve bir sonraki hariç tüm kardeşlerim üniversite mezunudur.
Peder bey ne işle iştigal ederdi?
- Kasaba şartlarına göre iyi sayılabilecek kadar bağı-bahçesi, malı mülkü vardı. Arzuhalcilik yapar, dilekçe yazardı. Beş vakit namazını kılan, dini duyguları güçlü bir adamdı. Hayatı boyunca da CHP’ye oy verdi.

ANNEMİN ASLINDA GERÇEK ANNEM OLMADIĞINI 12 YAŞINDA ÖĞRENDİM
Peki ya valideniz?
- Maalesef ben çok küçükken kaybetmişiz onu. Beni büyüten “annemin” gerçek annem olmadığını 12 yaşımda öğrendim.
Etkilemedi mi bu durum sizi? Ya da şöyle sorayım daha doğrusu; nasıl etkiledi?
- Zannettiğin gibi bir travma yaşamadım. Ancak annemi hiç tanımamamın mutlaka etkisi olmuştur üzerimde. Zaten sırf bu yüzden Anneler Günü’nden nefret ederim.
Kolay bir çocukluk olmasa gerek sizinkisi, bir yanda annenizi kaybetmeniz, öte yanda sert bir baba...
- Boş yere hikayemden melodram çıkarmaya uğraşma çünkü yok öyle bir şey (gülüyor). Kolay olmasa da çocukluğum hiç kötü geçmedi. Hatta öksüz olmamdan dolayı babam daha iltimaslı davranıp beni şımartmıştır bile. Ortaokul biterken bir orkestraya girdim. Keman dahil tüm müzik aletlerini çalabiliyorum.
“Tek kişilik dev orkestrayım” diyorsunuz...
- (Gülüyor) Aynen öyle... Orta sondayken müzik yaparak gecede 17.5 lira kazanıyordum. O dönemler benim için manyak bir paraydı. “Bu işe devam edeyim” diye düşünürken lise 1’de dört dersten ikmale kaldım.
Eyvah babanız duymasın!
- Duydu duymasına da sonunda öğretmenler kurulunun kararıyla geçtim sınıfı... Derken lise ikide bir kez daha aynı durum yaşandı. Fakat bu sefer kurul falan da geçirmedi. Öğrenci tabiriyle derslerden “çaktım” anlayacağın.
Hiç yakıştıramadım size...
- (Gülüyor) Babam da yakıştırmamış olacak ki, aldı beni karşısına “Bütün kardeşlerin okudu. Bana bahçelere bakacak, okumayan bir enayi lazım. Galiba o aday sensin. Karar ver okumak istiyor musun, istemiyor musun? Eğer istemiyorsan gel bari tarlaların başına geç” dedi. Baktım olacak gibi değil, kendimi derslere verdim, iki yıl üst üste ikmale kalan ben liseyi dereceyle bitirdim. Üniversite sınavında da Türkiye 16.’sı oldum. İlk işim müziği bırakmak oldu.
Ve kendinizi tıbba verdiniz...
- Fakültede notlarım çok yüksekti. O nedenle “Hangi alanda ihtisas yapmak istersen onu seç” dediler; dahiliyede karar kıldım. 1984’te iç hastalıkları uzmanı, 89’da doçent, 97’de de profesör oldum.

Haberin Devamı

Gazetedeki köşemin ve  kliniğimin isim annesi Sezen Aksu’dur

Haberin Devamı


SEKİZ SENE BOYUNCA DEMİREL’IN SAĞLIK BAŞDANIŞMANIYDIM
Sizi Türkiye’ye tanıtan politik bağlantılarınız ve Süleyman Demirel’e yakınlığınız oldu...
- Öyle bir cümle kurdun ki bilmeyen işin içinde bir torpil var zannedecek (gülüyor). Sekiz sene boyunca Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in sağlık başdanışmanlığı yaptım. Aynı dönem Ankara Numune Hastanesi’nin de başhekimiydim.
Derken “Yaşasın Hayat” diyerek girdiniz hayatlarımıza...
- O kitabın fikir babası Sedat Ergin’dir. Sedat Ergin benim pek çok şeyi danıştığım, tartıştığım bir arkadaşımdır. Bir gün yine beraberiz; “Bu başhekimlik işinden çok sıkıldım. Süleyman Bey’in cumhurbaşkanlığı biter bitmez istifa edip kendime yeni bir hayat kuracağım” dedim. Sedat da bana döndü; “Sürekli bizlere sağlıkla ilgili enteresan şeyler anlatıyorsun. Bununla ilgili bir kitap yazsan iyi olmaz mı?” diye bir fikir attı ortaya.
Ve siz de aldınız kalemi elinize...
- Pek öyle değil aslında. “Ne yazma yeteneğim, ne de zamanım var” dedim. Sedat Ergin sağ olsun bana hemen mükemmel bir editör buldu. Ben konuştum, kaydettim, editör de anlattıklarımı yazı haline getirdi. Sonuçta Sedat Ergin bile okuduklarına bayıldı. Doğru, Doğan Kitap’ta Hakkı (Devrim) Baba’nın kızına götürdük. “Hemen basalım” dediler. Bu sefer de “Ne isim koyacağız?” diye kara kara düşünmeye başladık.
Durun tahmin edeyim, Sedat Bey kitabın hem fikir hem de isim babası oldu!
- Tahmin yürütmek yerine sabretsen daha iyi olmaz mı (gülüyor)? Kitabın ismini düşünürken Sezen’i (Aksu) aradım. “Taslak haline bir göz atar mısın?” diye rica ettim. Eskizleri okuduktan sonra “Bana hayatımı geri veren insansın. Bu kitabın bir sürü insana iyi geleceğini düşünüyorum. O yüzden adını ‘Yaşasın Hayat’ koyalım” dedi. Anlayacağın, benim şu anki kliniğimin ve gazetedeki köşemin isim annesi Sezen Aksu’dur.
Sezen’e “kaybolan yıllarını geri verme” konusuna geri dönersek...
- Hikayesi çok ilginçtir. 2000’li yılların başıydı. O zamanlar hâlâ Ankara’daydım. Eşimle bir akşam yemeğe çıktık. Yoldayken telefonum çaldı, baktım tanımadığım bir numara, açmadım... Derken tam restorana girerken aynı numara tekrar aradı. Yine açmadım. Masaya otururken yine telefonum çaldı. Bir kez daha bu “ısrarlı” numarayı görünce açtım “Buyrun” dedim. Hattın diğer ucundaki ses “Merhaba, ben Sezen Aksu” diye cevap verdi.
Sesini tanımışsınızdır herhalde Minik Serçe’nin...
- Tam aksine tanıyamadım. Biri işletiyor zannedip “Merhaba, ben de Süleyman Demirel”im deyiverdim! Karşıdaki hanımefendi “Sizin Süleyman Demirel olmadığınızı biliyorum, siz Osman Müftüoğlu’sunuz. Fakat ben gerçekten Sezen Aksu’yum” diye karşılık verince çok utandım.
Yahu utanacak ne var?
- Utandım çünkü bu olaydan iki ay kadar önce Radikal Gazetesi’nin o zamanki genel yayın yönetmeni İsmet Berkan bana “Hocam Sezen hasta. Tansiyonu yükseliyor, ağrıları var, iyice kilo aldı. Kendini kötü hissediyor ve onu görmenizi istiyor” demişti. Fakat Süleyman Bey, cumhurbaşkanlığı döneminde o kadar çok seyahat ediyordu ki benim İstanbul’a geçip Sezen’i görecek vaktim yoktu. Bunu belirtip İstanbul’da başka bir doktor arkadaşımı önermiştim. Ancak Sezen benimle görüşmekte kararlıydı. Ben de İstanbul’a gidince onu göreceğime söz vermiştim.

Haberin Devamı

Gazetedeki köşemin ve  kliniğimin isim annesi Sezen Aksu’dur

SEZEN’DEN GELEN O MEKTUP HÂLÂ OFİSİMDE ASILI DURUR

Ve aradan 2 ay geçmişti...
- Aynen öyle. O dönem o kadar çok seyahate gittik ki Sezen’i arayamadım. Utanma sebebim buydu... “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordum. “Çok hastayım, sağlığım konusunda ciddi kaygılarım var. Sizi en kısa zamanda görmem lazım” dedi. Önce özür diledim sonra da bir hafta içinde İstanbul’da kendisiyle görüşmek üzere sözleştik.
Bu sefer sözünüzü tuttunuz mu bari?
- Tuttum tabii ki de dahası var dinle! Telefon görüşmesinden sonra masaya döndüm fakat içimi bir sıkıntı kapladı. Kalktım tekrar Sezen’i aradım; “Bir şey merak ediyorum ve bana doğru cevap vermenizi istiyorum” dedim. “Buyrun” deyince, “Şarkı sözlerinin ve bestelerin altında Sezen Aksu adını görüyoruz. Bunları gerçekten siz mi yazıyorsunuz yoksa bir başkası mı yazıyor?” diye sordum.
Anlamadım...
- Sezen de seninle aynı tepkiyi verdi ve “Tabii ki ben yazıyorum” dedi. Bunun üzerine “O halde size şunu söyleyeyim; siz ufak tefek hastalıklarla kolay kolay ölmezsiniz. Çünkü Allah iyileşme duygusunu insanlara gönderir fakat bunlar genelde sıradan insanlar olmaz. Siz çok özelsiniz ve bundan dolayı spontan iyileşmeye de çok yakınsınız” diye karşılık verdim.
Daha kadını muayene etmediğiniz gibi, hastalığını da bilmiyorsunuz. Nasıl bir şey söyleyebilirsiniz ki?
- Hem de hiçbir şey bilmiyorum. “Allah katında özel mükafatlarla donatılmaya aday birisiniz, o yüzden rahat olun. Ben haftaya yanınıza geleceğim” diye devam ettim. “Teşekkürler hocam” deyip telefonu kapattı. Masaya geri döndüm, telefon bir kez daha çaldı.
Hocam başından İstanbul’a gitseniz bu kadar kontör harcamazdınız.
- (Gülüyor) “Acele etmeyin, bana istediğiniz zaman gelebilirsiniz. Çünkü iyileşmeye başladım bile” dedi Sezen. Tedaviye başladıktan bir süre sonra çok güzel bir mektup aldım ondan. Hâlâ ofisimde asılı durur. “Allah’ın, vereceği olağanüstü iyileşme yetilerini sıradan insana verilmediğini ilk defa bir doktor söyledi. İyileşmenin sadece ilaçla ilgili olmadığını ilk defa o akşamki telefon konuşmasında duydum. Ruh ve beden ilişkisinin önemli olduğunu ilk kez hissettiren bu doktor hayatımı değiştirdi” diye yazmıştı mektubunda.

Haberin Devamı


MUTSUZLUĞUMUZUN SEBEBİ “YENİ DÜNYA”
Hocam nedir bu “yeni dünya” dediğiniz? Yaşam standartlarımızın değişmesinden mi bahsediyorsunuz?
- Standartlardan çok alışkanlıklarımız değişti. Yeni Hayat dediğimiz kavram 2000’lerde başladı. Ne zaman ki tabletler, cep telefonları yaşamımıza girdi, internet patladı, 70 milyon nüfusun 30 milyonu bilgisayar kullanıcısı oldu, işte o zaman yeni dünyaya yelken açtık. Ne yazık ki henüz bunun bizi darmadağın ettiğinin de farkında değiliz. Sokakta gördüğün beş insandan üçü önüne bakar halde yürüyor; hepsinin de elinde bir telefon veya tablet.
Onlara bağlı yaşıyoruz artık değil mi?
- Bağlı değil bağımlıyız. Birbirimizin elini tutmuyoruz, değil gözüne, yüzüne bile bakmıyoruz. İnternette duygularımızı ifade etmek için farklı semboller, emojiler kullanıyoruz. İşte bütün bunlar bizi “yeni dünyaya” doğru itekliyor.
Peki bunun sonucunda bizi ne bekliyor?
- Maalesef mutsuzluk... Çünkü “yeni dünya” aramızda kopukluklara da yol açıyor. Art arda yapılan gökdelenleri düşün mesela. Binalar birer silo, bizler de içlerindeki birbirinden habersiz buğday taneleri gibiyiz. Bir gökdelenin içinde neredeyse bin kişi yaşıyor. Alt kattaki ölüyor haberin yok, üst kattaki evleniyor, ruhun duymuyor. Bu dikey binalar bizi dikey yaşam biçimlerine yöneltiyor.
Dikey yaşam biçimi nedir hocam?
- Yükselme isteğiyle biçimlenen yaşamlardan bahsediyorum. Hepimiz yukarı çıkmak istiyoruz. En büyük hatamız yatay büyüme peşinde olmamak. Halbuki yatay büyümek sosyal, ruhsal ve inanç angajmanlarını da beraberinde gerektirir. Dikey büyüme ise sadece ekonomik güç ve ilişkilerden ibarettir. Bu yüksek binaların daha insani ve sosyal hale getirilmesi lazım.

Haberin Devamı

UYUMAYAN İNSANDAN SAĞLIK BEKLENMEZ
Günümüz insanının sağlık açısından en büyük sorunu nedir hocam?
- Aslında sorun değil, sorunlarımız var ve bir liste yapmaya kalksak, bu sayfalar bize yetmez. En temel sorunlardan biri uyku problemidir diyebilirim. Konuştuğum her üç kişiden birinin ya uykuya dalma, ya erken uyanma ya da uyku bölünme sorunu var. Oysa uyku kişinin iç doktorudur. Hastalıkları önleme söz konusu olduğunda uyku son derece etkili bir süreçtir. Uyumayan insandan sağlıklı ve keyifli bir hayat bekleyemezsiniz.
Peki ya çok uyuyandan?
- 6 ila 8 saatlik uyku kafidir ve önemli olan uykunun süresinden ziyade derinliğidir. İnsanlar gerçeklerle, uykusuzluk sorunuyla yüzleşmek istemediği için bugün dünyada en çok satılan ürünlerden biri yataktır. Oysa sorun ne yatakta ne de yastıkta, sadece kafadadır, beyindedir. Uykunun da bir ritüeli var. Binlerce hatta milyonlarca yıldır insanoğlu havanın kararmasıyla birlikte eve çekilmiş, güvenliğini sağlamış, ısı problemini üç aşağı beş yukarı çözmüş, karnını doyurmuş ve dünyayla ilişkisini kesip uykuya dalmıştır. Bu ritüeli dinle de desteklemiştir. Sadece İslam’da değil bütün dinlerde uykudan önce bir huzur duası vardır. Hatta Taoizm, Budizm gibi inanç anlayışlarında da uykuya geçilmeden önce dünyayla bağlantı kesilir.
Artık yatakta bile elimizde akıllı telefon var!
- Uyuyabilmen için dünyevi bağlantılarını sınırlaman lazım. Gece 12’ye kadar kahve içersen, korku filmi seyredersen, ertesi gün kimi dolandıracağım, kime çelme takacağım, kimin ayağını kaydıracağım diye düşünürsen tabii ki uyuyamazsın.

Gazetedeki köşemin ve  kliniğimin isim annesi Sezen Aksu’dur

OBEZİTE MODERNLEŞMENİN BEDELİDİR
İnsanların zevk alarak yaşadıkları en büyük takıntısı nedir hocam?
- Hiç düşünmeden söyleyebilirim ki; yeme içme en hedonistik ve en tehlikeli takıntımız. İnsanoğlu hiçbir zaman bu kadar bol lezzetli ve bu kadar yapay gıdayla karşı karşıya kalmadı. Çoğu evde buzdolabını bir açıyorsun, içinde yok yok! Adeta her buzdolabı bir süpermarket gibi. Eskiden insanlar kahvaltıyı ancak ya “akşamdan bir şeyler kalmışsa” ya da çıkıp avlanınca bulabiliyordu, öğle yemeğini kuş vurabilirlerse, meyve toplayabilirse yiyordu.
Hocam siz de amma geriye gittiniz...
- Tamam o zaman daha yakın tarihe geleyim. 60’lı yıllarda çoğumuzun evinde buzdolabı yoktu, tel dolaplar vardı. O dolaplarda yiyeceği içeceği maksimum 1-2 gün saklayabilirdin, hiçbirini tıka basa dolduramazdın. Bugün yaşadığımız obezite salgını modernleşmek için ödediğimiz bir bedeldir.

GÜLMEYİ VE HAYATLA DALGA GEÇMEYİ UNUTTUK
Şehir insanının temel sorunlarına devam edersek...
- Bir başka en büyük problemimiz “enjoy etmeyi” bilemememiz, daha doğrusu eğlenceyi, keyfi, hayatı ti’ye almayı, birbirimize takılmayı, kısacası gülmeyi ve hayatla dalga geçebilmeyi unutmuş olmamız.
Hocam herkesin anlayacağı dilden konuşsak...
- (Gülüyor) Enjoy etmenin tam karşılığı hayattan, hiç olmazsa herhangi bir şeyden zevk almak. Ancak “enjoy” kavramı da daha geniş kapsamlı kullanılıyor artık. Niye mi hayatı “enjoy” edemiyoruz? Çünkü tolere edebileceğimizden daha çok stres üretiyor, stresle ilgili çok konuşuyoruz, yeterince gülemiyoruz, küfredemiyoruz, yeni argo kelimeler, yeni gırgır kavramlar üretemiyoruz.
Hiç Twitter veya Instagram’a girmiyorsunuz herhalde. Oralarda küfürün biri bin para!
- Klavye başında verilen tepki yüz yüze verdiğin tepkiye benzer mi hiç?
Birinin yüzüne küfredince hayatı “enjoy” mu edeceğim yani?
- Bazı şeyleri içinde tutmamış olacaksın, dolayısıyla rahatlayacaksın. Argo, toplumun kendi dilinde yasal, kabul edilebilir ve de eğlenceli küfürü “yasallaştırdığı” olmazsa olmaz bir yapıdır. Fakat bunların hiçbiri kalmadı artık. Gözlüklü Nuri, Utanmaz Adam, Eşek Herif karikatürlerini yenileyemedik bir türlü, hatta unuttuk onları...
Neden peki?
- Hepsinin temelinde ruh ve beden kopukluğu sorunumuz yatıyor. Mahalle kültürünün azalması, geçmişimizle hesaplaşamamamız da cabası. Gün içinde farkında değiliz belki ama hepimiz beynimizle de konuşuyoruz, onunla da iletişim halinde oluyoruz. Ancak bilmiyoruz ki beynimiz bizim samimi olup olmadığımızı hemen kavrıyor. Eğer gerçekten samimi değilsek beyinle ilişkili sistemlerimiz anında çatışma üretmeye başlıyor. Bundan da en çok limbik sistemimiz etkileniyor.
Hocam rica edeceğim karşınızda bir öğrenci varmış gibi anlatın. Limbik sistemi nedir?
- Beynin birkaç yapısından oluşan, duyguların duygusal tepki ve davranışların temel taşlarını oluşturan bir sistemdir. Fakat bana kalırsa anatomik olmaktan çok duygusaldır. Eğer söylediklerimizle düşündüklerimiz, düşündüklerimizle verdiğimiz kararlar, verdiğimiz kararlarla aldığımız sonuçları yorumlama biçimimiz akortsuz olursa bu sistem bozulur. Depresyon eğilimi, uyku problemleri, öfke, cinsel sorunlar ve sağlıksız sosyal ilişkiler hep yorgun bir limbik sisteminin sonucudur.
Bizi bu sistem mi yönetiyor yani?
- Yönetenlerden sadece biri... Limbik sistemle kopukluğumuz en çok da ruh ve beden kopukluğumuzun sonucudur. En nihayetinde de vejetatif yapılanmamız bozulur.
Yine unuttunuz karşınızda bir öğrenci olduğunu...
- (Gülüyor) Sempatik ve parasempatik olmak üzere 2 otomatik yani bizim kontrolümüz dışında çalışan sinir sistemimiz vardır. Adı kulağa hoş gelse de sempatik olanı kavga etmeye hazır duran, bizi gerginleştiren sistemdir. Diğeri ise rahatlatır ve gevşetir. Bu durum aslında akortlu bir saza benzer. İki sistem de ne zaman devreye gireceğini bilir. Günün belirli saatlerinde biri diğerinden daha yoğundur. Mesela sabahlar sırf bu yüzden sancılı geçer.
Neden “sabahlar uzak” ve sancılı?
- Çünkü o saatler iki sistemin nöbet değişikliği yaptığı zamanlardır. Dikkat edersen genellikle sabaha karşı doğum yapılır, dişimiz ağrır, kalp krizi ve felçler yaşanır, hatta ölünür! Ne zaman ki sempatik sistemin daha çok ve sık emrindeyiz, işte o an problem yaşanmaya başlanır.
Hangisinin, ne zaman aktif olduğunu anlamamız mümkün mü?
- Bunların dengesi biz doktorların bile çok iyi bildiği bir kavram değil. Niye hem üzülünce hem de sevinince kalp atışımız hızlanır? Neden hem kederden hem mutluluktan gözlerimiz dolar? Maalesef duygusal yaşama dair pek çok şeyin arka planını bilemiyoruz.

MUTLULUĞUN YOLU İNANMAK VE AİDİYETTEN GEÇER
Vejetatif sistemde kalmıştık...

- Bizi yöneten, ne kadar insani yolda olduğumuzu belirleyen, stres-huzur dengemizi terazileyen, hırçınlık ve dinginlik skalasına karar veren vejetatif sistemdir. Yukarıda bahsettiğim sistemlerle vejetatif sistem arasında akort sağlayan insan, mutlu insandır.
Kim yapacak bunun ayarını hocam?
- Bu akordun temel yolu insan olmak, inanmak ve aidiyetten geçer. Hemşerilik aidiyeti, meslek aidiyeti, sosyal aidiyet gibi...
İnsan ait olduğu yerde mutluluğu yakalıyor öyle mi?
- Çok önemli duygular bunlar. Eşine, evine, çocuklarına, kültürüne, inancına ait olmaktan bahsediyorum.
Dini inancı olmayanlar mutlu olamaz mı yani?
- Asla böyle bir şey demiyorum. Fakat herhangi bir ahlaki anlayışa ait olmak insan için gerçekten çok faydalı... Ahlak bir avuçtur, dinler bu avuca giden yollardır. Aidiyet “Bana bir şey olursa çocuklarım açta açıkta kalmaz” gibi bir rahatlık da sunuyor insana. Sufilik böyle bir şey mesela. Mevlana’nın ölüm yıldönümü “Şeb-i Aruz” yani düğün gecesi olarak kutlanıyor. İnanç aidiyeti ölürken düğüne gittiği hissini verebiliyor bir insana. “Ben kalbimle beynimle değil ruhumla severim” demiş Mevlana. “Çünkü kalp durur, akıl unutur ama ruh ne durur ne de unutur...”

MODERN TIBBIN TEMEL ZAAFI RUHTAN KOPMASIDIR
Aidiyet duygusunu eskisi kadar bulamıyoruz gibi geliyor bana...
- Arıyoruz ama bulamıyoruz. Kimse eskisi kadar evine, hemşerilik ilişkilerine, aile bağlarına sadık değil maalesef.
Mutlu olmak istiyorsak bu akordu yaptırmamız şart öyle mi?
- Mutluluğun formülü akorttan, birlikten, tevhidden, aklı ruhla birleştirmekten geçiyor.
Bir tıp adamı olarak fazla ruhani açıklamalar yapmıyor musunuz?
- Tıbbın da tanım, yol, yöntem, anlayış değiştirmesi, kendini yeniden sorgulayıp gözden geçirmesi lazım. Zaten modern tıbbın temel zaafı ruhtan kopması, insanı sadece fiziki bir makine gibi düşünmesidir. Ruhun ölçüsü yok veya gramı belli değil belki ama insanın yapısı ruh ve bedenden oluşur. Biz her sorunun sebebini ve sonucunu bedende arıyoruz, içindeki kimyasallarla uğraşıyoruz, bunu yaparken de ruhu unutuyoruz.

Yazarın Tüm Yazıları